Tepede Solo

Tepede Solo - Celal İlhan

Erkenciydi. Serinlikte kıyıya indi.

Denizin durgunluğuna bakarak, “Tüm gün esen poyrazla vuruşmaktan, bizim gibi yorulup uykuya varmış belli” diye mırıldandı. Kıyı boyunca, pabuçlarını ıslatmamaya özen göstererek yürüdü. Henüz yazlığına gelmemiş bir arkadaşının, yol üstündeki evine uğrayıp bahçesini gözden geçirdi. Kızarmış bir domatesi koparıp ağız tadıyla yedi.

Yönünü tepelere, zeytinliklere çevirdi. Karşısında, daha önce çıktığı, minyatür kale görünümlü küçük bir tepe yükseliyordu. Önce, zeytin bahçelerinden geçerek Edremit Körfezi’ne kuşgözüyle bakan bu tepeye çıkmalıydı. 

***

Dorukta saatına baktı, kırk beş dakika yetmişti.

Tepede, körfezin güzelliğine yine hayran kaldı. Yeşillikler içinde görkemli bir göl görünümdeydi körfez. Buraya ulaşmak için verdiği emeğe değiyordu gördükleri. Art arda aldığı derin soluklarla ciğerlerine oksijen doldurdu.

Oksijen ve güzellik gözesi Kaz Dağları, her mevsim olağanüstüydü.

Zeytinlikler arasına serpilmiş, sahiplerinden çok yemişlerini ona sunan incir ağaçlarıyla şakalaştı. Meyveleri olgunlaştığı zaman yeniden görüşeceklerini söyledi onlara.

Yol boyu, her koşulda yaşamayı bilen kapari bitkisinin dikenlerine aldırmadan okşadı onları. Başparmağına gömülüp kanatan kapariye darılmadı bile.

Eve döndüğünde saat 08 idi.

Yürüyüş sırasında bir üst tepeyi gözüne kestirmişti.

“Yarın, değilse öbür gün ama mutlaka” dedi.

***

Üstüne bir gömlek, kısa pantolon, spor ayakkabı ve yaz şapkasından başka şey almamıştı. Dayanmak, dere tepe itle uğursuzla, yılanla çıyanla karşılaşma olasılığına karşı korunmak için sağlam bir de sopa.

Gerisi; yüreği, gözü, gönlü çevresine açık, bakarak değil görerek habire yürümekti.

Durup dinlenmeyi düşünmüyordu. 

Alnında biriken teri silmek için birkaç dakikayı geçmemeliydi duruşları.

Kararlıydı, ottur çöptür, çalı çırpıdır, engel tanımayacak, üstünden atlayamıyorsa arkadan dolaşacak ama durmayacak, sıcak bastırmadan amacına ulaşacaktı.

Dünkü tepe, bugünkü çıktığının yavrusu sayılırdı.

Burada tepeler, toprak yığını olmaktan çok kayaların kümelendiği yüksekliklerdi.

Acı tatlı deneylerinden biliyordu ki dorukta dolaşmak, oraya ulaşmaktan daha zor, daha tehlikeliydi.  

Bu kez denize göz ucuyla bile bakmadan çıktı yola.

Baksa, kolay olana yönelip mavi sulara atabilirdi kendini. Sabahları, çoklukla dalgalı, serin olsa da durgun, ılık ve çekici de olabiliyordu deniz.

Olur olmaz zamanda, onu dağlara süren içindeki ateşe karşın, dağlara olduğu gibi denize de mesafeli durmak zorundaydı. Tepelerin, hiç de güvenli alanlar olmadığını söyleyen iç sesini, eşinin, “kendini delikanlı sanmaktan vazgeç artık, başına bir iş açacaksın” yollu uyarmalarını çok sık duyar olmuştu.

Doğayla iç içe olmak güzeldi; özgürce dolaşmak, öpüşmek, koklaşmak ama doğru zamanda ve uygun koşullarda. Yanlış yapılırsa, bedeli ağır olabiliyordu. 

Sabah dinginliğiyle 15 dakikalık hızlı bir yürüyüş sonunda, asfalt yolu tüketti. Toprak yola çıkmasıyla içinin ferahladığını, ayaklarının yere başka türlü bastığını duyumsadı. “İleri yaşıma karşın dağa bayıra azalmayan tutkum, 15 yaşıma değin asfalt yola ayak basmamış olmamla, kırda bayırda geçen çocukluğumun izleriyle ilgilidir sanırım” diye mırıldandı.

İki yanı genç, yaşlı, çok yaşlı zeytin ağaçlarıyla doluydu. Denizden beri uğuldayan rüzgârın sesi ve orman müzisyenleri cırcır böceklerinin dinmeyen çığlıklarıyla baş başaydı şimdi. Yürüdükçe, yükseldikçe zeytin ağaçlarının gençleştiği dikkatini çekti. Kimi tarlalar sürülüp temizlenmiş, kimileri ot çöp içinde mahzun bırakılmıştı. Köylünün bu tarlaları böyle mahzun bırakmayacağını, zeytinliğin bir varsıl tarafından kapatılıp, arsa olarak değerlenmesini beklediğini düşündü.

Yol boyunca ne bir tarla sıçanı, ne bir kaplumbağa, ne de kuş sesi duyabilmişti.

Bir kaç yıl öncesinde yine bu yollarda sincaplarla, gelinciklerle, kirpi ve kaplumbağalarla, bir keresinde de hatırı sayılır uzunlukta yeşil bir yılanla karşılaştığını anımsadı. Doğanın kısa sürede nasıl bu denli yoksullaşabildiğini düşündü, nedenlerini bulmaya çalıştı bir süre.

Rengârenk bir ağaçkakanın yol kenarındaki çalılıktan fırlaması irkilmesine neden oldu.  Ağaçkakan bayıra aşağı uçmuyor kayıyordu sanki. Zeytin ağaçlarının hemen üstünden, kanatlarını bir yumup bir açarak kısa sürede gözden yitivermişti. İlk andaki şaşkınlığı geçince içi sevinçle doldu. Doğa direniyor, kıyımlara boyun eğmiyor diye düşünmesine neden oldu bu küçük ağaçkakan. Birkaç yüz metre sonra daha da gönenip duygusallaşmasına neden olacaktı gördükleri.

Yürümeyi sürdürdü. 

Anayurdu, ağaçtan, ormandan, yeşillikten yeterince nasibini almamış kıraç Orta Anadolu topraklarıydı.

Sabahın köründe, karnını doyurmaktan sorumlu olduğu camız (manda), sığır, sıpayla cılgalarda -patikalarda alırlardı soluğu. Açık tutmakta zorlandıkları, uyku akan gözleriyle tökezlenerek otlaklara ulaşmaya çalışırlardı. “Hayvanlarımız kurumuş, yere yapışmış otları biteviye kemirirken, onlara bol yeşil otlu alanlar bulamamanın acısı otururdu küçücük yüreğimize” diye düşündü. İçi acıdı.

Güçlü bir poyraz, deniziyle ağacıyla günlerdir havalandırıyordu körfezi. Zeytin ağaçları yerlere değin eğilerek selamlıyordu onu. Bu da onları… “Doğanın, çevremizin insanlar tarafından, varsıllaşmak avuntusuyla yoksullaştırıldığı kesin” dedi. Sayısız cırcır böceğinin biteviye cırlaması, önünden, yanından havalanan bir iki kuşun kanat çırpmasıyla, her koşulda yaşama tutunabilen kapari bitkisinin hüzünlü çiçekleriyle unutturulabilecek bir yoksulluk değildi bu.

Neyse ki keskin bir bükü dönünce, yaklaşık yirmi metre ötede gördüğü parlayan su kovası, daha önce görüp irkildiği ağaçkakanın ani çıkışından sonra ikinci kez şaşırttı onu.

Dağ başında, yolun ortasında, kulpuna ip bağlanmış bir kova duruyordu. Hain bir tuzakla karşı karşıya olabileceğini düşünerek kaygıyla yaklaştı kovaya. Kovanın ipi iki adım ötedeki zeytin ağacının köküne bağlanmıştı.

Yolun sağında ağzı kapaksız küçük bir kuyu görünüyordu.

Gördüklerinin tuzakla ilgisi olamazdı.

Kim yapmışsa, hangi amaçla kazmışsa kazsın, düpedüz bir insanlık anıtıydı bu kuyu. Kuyunun üç adım ötesinde, hayvanlar susuzluğunu gidersin, kavrulmaktan kurtulsun diye plastik bidonlardan iki oluk yapıp bırakmışlardı. İnsan olmaktan onur duyduğu andı o an.

Hemcinsinden umut kesmenin yanlışlığını ta yüreğinde hissetti.

Duyduğu hoşnutluğunun tadını çıkarmalıydı. Bir keseğin üstüne oturdu. İçi dışı aydınlandı.

Kuyudan su çekmenin sevinci, kendini kuşlar gibi hafif hissetmesine neden oldu.

Bir, iki, üç, dört kova art arda çekip kurumaya başlamış olukları tepeleme doldurdu.

Yüreğinin soğuduğunu hissediyor, içmeden kanmanın ne demek olduğunu düşünüyordu.

Kovada kalan suyla yüzünü yıkayıp yönünü tepeye çevirdi yeniden.

Varacağı yere yaklaştığını, yorgunluğunu unutarak coşkuyla duyumsadı.

Bu yükseklikte, zeytin ağaçları daha genç, daha sağlıklı ve verimli görünüyordu. Acı meyveleri sabırla büyüyecek, olgunlaşacak sofraları şenlendirecekti.

Ağaçların dipleri temizlenip sürülmüştü. Zeminin yumuşatılmış olması yürüyüşünü kolaylaştırmıyordu. Ayakkabılarının içine toprak doluyordu. Yine de doğrudan tepeye yönelmiyor daha çok ağaca dokunabilmek için bir onu, bir ötekini okşayarak sürdürüyordu yolculuğunu.

Deneyimlerinden biliyordu ki doruk yakınlarına, 50-60 metrelik bir bölüme ağaç dikilemiyor ya da dikilmiyordu. Özgürce serpilmiş, aralarında yürümenin olanaksız olduğu, ağaç ve bitki örtüsü bir arada sarmaş dolaştı, bu yükseklikte.

“Köylümüz, üreticimiz dorukların bu eski yasasına boyun eğmiş görünüyorlar” diye mırıldandı.

Fundalık, dokunulmazlığını, masumiyetini bozmak isteyen kim olursa olsun öpüp ısırmakta kararlıydı. Tüm güçlüğüne karşın kırıp dökerek, utanarak yürüyordu çalılığın üstüne.

Öpülüyor, ısırılıyordu doğalıkla. Kimi zaman tıkanıyordu önü.

“İlla ki bir geçit bulunuyor kendini yoluna adamışlar için” dedi.

Kayalardaydı şimdi:

Önünde uzanan yeşil zeytinlikler, ışıltıların oynaştığı mavi deniz uçkunlaştırmış, büyülemişti onu. “Aşağıdan yukarı bakılınca biz yazlıkçılar, doğaya verdiğimiz zararı tüm açıklığıyla göremiyoruz” diye düşündü. Yukarıdan aşağı öyle değildi. İşgal güçlerinin mazlum bir ülkenin topraklarına saldırısını andıran bir hoyratlık, şamar gibi indi yüzüne.

Kendiyle konuşması bazen mırıltılarla bazen yüreğiyle sürüyordu. “Zeytinlikler tepelerin doruklarına doğru çekilirken yazlıklar, yeşili kurutup, silip süpürerek dalga dalga ilerliyor” dedi.

Karadeniz Bölgesi’nde gün gün gelişen doğa kıyımına karşı halk direnişleri geldi usuna, umutlandı. 

Şimdi yağmurla, yelle, fırtınayla biçimlenmiş, görmüş geçirmiş, bulutlarla ıslak öpüşmüş kayalarla yüz yüzeydi. Uzaktan bakıldığında içinizde korku ve saygı uyandıran, “Ah şunların tepesine çıkıp bir oturabilsem, başka şey istemem” dediğiniz sarp kayalıklarla.

En uç noktasına değin çıkıp oturmaktan başka şeyle ilgilenmiyordu.

Ayağının tökezlemesiyle sendeledi, savrulmadan kendini bıraktı kayaların üstüne. Şortu yırtılmış, hafifçe bacağı sıyrılmıştı.

Bir süre dinlendi. Aşağıda karar verdiği konserine başlamak için boğazını temizledi. Yanında getirdiği şişeden bir yudum su içti.

“Heeey aşağıdakiler, dinleyin beni, yüreğinizle dinleyin. Şarkılarımı sizler için söylüyorum. Gönül gözünüzü açın, günlük kaygıların sizi tüketmesine izin vermeyin. Aşamadığınız sorunlarınız olabilir, unutmayın ki sizi sağaltabilecek eller doğanınkilerdir. Onun kucağına atın kendinizi.” Fazla uzattığını düşünerek nutkunu bitirdi. 

Açılış yapacağı şarkı konusunda ikilem yaşamadı.

Kaz Dağları üstünde kümeleşen, kaynayan karabulutlar ıslak ıslak “bizi söyle ne olur” der gibi bakıyorlardı.

Onları kıramazdı:

“Kara bulutları kaldır aradan

Beri gel gönlüme çağlayanım gel / …”

Ardından,

“Dumanlı Başları göklere ermiş

Yedi renk üstüne hareli dağlar / …”

Dinleyenlerinin sessiz sonsuzluğu karşısında söyledikçe coştu, coştukça söyledi.  

Bir türküyle bitirdi solo konserini,

“Yüce dağ başına yatmış uyumuş

Ela gözlerini uyku bürümüş / …”

Sanıyordu ki sesi, dalgalarla coşup yankılanıyor, Ege’den Akdeniz’e, oradan okyanuslara ve tüm dünyanın duyarlı, yaralı insanlarına ulaşıyor.

Öyle bir esriklik içinde söyledi şarkılarını.

İçi rahatlamıştı, acele etmeden, yavaşça indi düze.

 

40 yıldır uyku güzeliyle dargındı.

Gece, deliksiz uyuyarak yeniden dostluk kurmayı başardı.

 

Celal İlhan

26 Nisan 2021 Pazartesi | 381 Görüntülenme

İlgili Kategori: Öykü

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Sizden Gelenler

O kadar güzel ve içten yazılmış ki kendimi oralarda hissettim ve o havayı soludum.
Füsun Günersel | 26 Nisan 2021 Pazartesi

Celal İlhan öyle güzel ve içten anlatmış ki kendimi orada hissettim. Sanki o güzellikleri yaşadım.
Füsun Günersel | 26 Nisan 2021 Pazartesi

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir