Emmi Corç

Emmi Corç - Müslüm Kabadayı

Asi’den esen meltemin, daracık Antakya sokaklarını serinlettiği bir pazar günüydü. Köprübaşı’ndaki balıkçıların yan tarafından Bakırcılar Çarşısı’na doğru Skoda kamyoneti zar zor geçirdiler. Şoför oldukça ustaydı; sokak üzerindeki dükkânlara, yola gelişigüzel dizilmiş malzemelere çarpmadan, Civelek Camii’nin karşısındaki Emmi Corç’un çömlek dükkânına yanaştırdı kamyoneti. Orta uzun boylu, apak saçlı, beli hafif eğik Çömlekçi, işyerinden çıkıp kamyonetin milimetrik yaklaştığını görünce:

-Helalaleyk[1] ya Sabit! Yeni yetmesin amma Hasan Usta seni iyi yetiştirmiş. İşinin ehli bu kamyoncuyu da kendine iyi bağla. Böyleleri zor bulunur, onu kaçırma ha! Bizim işte iyi çömlekçi olmak kadar bunları kırıp dökmeden müşteriye ulaştırmak çok önemlidir, dedi.

-Haklısın Emmi Corç. Şoför yabancımız değil. Bundan böyle onunla çömlekleri sana taşıyacağız, dedi Sabit. İskenderun’da topraktan her türlü çanak, çömlek ve kap kacağın yapıldığı Fahura’ya gecikmeden dönmek için sözü uzatmadan, kamyonetin dükkâna bakan kapağını yavaşça açıp aşağıya bıraktı. Dersinin olmadığı tüm zamanlarda babası ve ortakları Arsuzlu Mehmet’le, el emeği ve göz nurunu akıttıkları çömlekleri gözü gibi koruyan Sabit, hızlıca yükü gözden geçirdi. Her şeyin sağlam olduğunu görünce derin bir soluk aldı.

-Ya Emmi Corç, senin çırak da gelsin, yükü hemen boşaltalım da esnaftan laf işitmeyelim!

-Can, şimdi gelir. Ben de yer açayım size.

 

Eli ince işlere çok yatkın olan Sabit, cılız bedeninden beklenmeyen bir hızda ve düzende caraları, ibrikleri, hölüp ve habiyeleri içeriye dizdi. Toprak çanakları, güveç kaplarını, kupa, gülabdan ve buhurdanlıkları da raflara koydu. Derin bir soluk aldıktan sonra yerleştirdiklerine baktı. Estetiğe önem verdiğinden ve temizliğe çok titiz olduğundan, yaptığı işin gelin süsler gibi çömlek düzenlemek olduğunun bilincindeydi. Her şeyin güzel olduğunu görünce, rahat nefes aldı. İskemleye oturmasını işaret eden Emmi Corç’a:

-Şoför abiyle kamyoneti Anneplik’e bırakıp gelelim. Çayımızı kahvemizi öyle içelim, dedi.

Ata dostları Marangoz Selim’in ardiyesinde boş yer olabilir diye kamyoneti tüfekçilerin sokaktan geçirip ardiyenin önüne getirdiler. Sabit’in tahmin ettiği gibi araç için yer vardı. Birkaç tahtayı, ağaç parçasını üst üste yığıp kamyoneti boşluğa yerleştirdiler. Bu coğrafyanın kentleri, geleceğin teknolojisi, ihtiyaçları düşünülerek planlanmadığından, kentli de kendince çözümler üretiyordu haliyle. Çiçeği burnunda bir delikanlı olan Sabit de onlardan biriydi.

Üç saat sonra gelip kamyonu alacaklarını Marangoz Selim’e söyleyip arkalarından atlı geliyormuşçasına çömlekçiye doğru hızlı adımlarla yürüdüler. Şoför Heysem, Antakya’yı yakından bilmiyordu. Çevreyi izleyerek, geçtikleri yerleri öğrenerek yürümek istediğinden, Sabit’i kolundan çekti. Kenti öğrenmek istediğini söyleyerek ağır çekim yürümeye ikna etti yol arkadaşını. Neyse ki Emmi Corç’un dükkânı çok uzakta değildi.

-Dilinizde tat bırakacak kıvamda kaçak çayımız hazır, dedi çırak Can. Asma yapraklarının gölgelediği dükkânın küçük bahçesindeki masaya geçtiler. Orta boylu, kumral saçlı ve ciddi duruşlu Sabit’le etine dolgun ve esmer tenli şoför Heysem’in, taze ve demli çaylarını içerken bakır bir sahandaki halakayı[2] yemeye çalıştıklarını fark eden Emmi Corç:

-Olmaz ya şebab[3]! Can, dükkâna bakar. Bardağınızı bitirir bitirmez toparlanıyorsunuz. Doğru eve gidiyoruz. Yengenizin hünerli elleriyle yaptığı yemeği yemeden salmam sizi İskenderun’a, dedi.

Karınları zil çalan iki kafadar, yemek istemediklerini ima eden nazlanma havasına girdilerse de dükkân sahibinin ısrarıyla hemen ayaklandılar. Yaşı seksene yaklaştığı halde dinçliğini koruyan Çömlekçinin pergel gibi açılan adımlarını takip ettiler. Kemalpaşa Caddesi’ne çıktılar. Güney Mobilya’nın köşeden daracık bir sokağa girerek Kabaltı’na kadar yürüdüler. Parlak taşlarla örülü tarı geçip sola döndüklerinde Emmi Corç’un el şeklindeki tokmağı kapıya vurduğunu gördüler. Kesme taş duvarlı evlerin kapıları, nahit ustaları tarafından işlenmiş süslemeli ve oval girişliydi. Tokmağı vuruş şeklinden ve sayısından kocasının geldiğini anlayan Amti[4] Melike kapıyı açtı. Kocasının hemen yana çekilip gençleri içeri buyur etmesi üzerine:

-Ehlen ve sehlen ya şebab! dedi.

Adlarını söyleyerek kendilerini tanıtan iki genç, kocasına göre daha da dinç görünen kadını selamladılar. Havuşa[5] girmeleriyle şaşırmaları bir oldu gençlerin. Antakya’nın geniş havuşlu evlerinde portakal, limon, yenidünya, nar, hurma, asma yetiştirildiğini biliyorlardı ama ilk kez kaplumbağa ordusuyla karşılaşmışlardı. Eski Antakya evleri nemli olduğundan böcekler için bir iki tane kaplumbağa beslendiğini biliyorlardı ama onlarcasını ilk kez görüyorlardı. Havuşun ortasındaki fıskiyeli küçük havuzda da birkaç kaplumbağanın yüzdüğünü görünce Sabit, dayanamayıp sordu:

-Ya Emmi Corç, bunca kaplumbağayı nasıl besliyorsunuz?

-Kolay evlat. Yeşillik çok, yemek artıkları da... Et yerine de sümüklü böcekleri yiyorlar. Böylece nemli havuşumuzda böcekler barınamıyorlar.

-Bu kadar kaplumbağa gördüğüm ilk ev burası. Merakımı bağışlayın ama rahatsız olmuyor musunuz?

-Onlar karınlarını doyurmadan yola çıkmazlar ya Sabit. Onun için uzun süre açlığa dayanırlar ve uzun yaşarlar. Hele siz önce karınlarınızı bir doyurun. Ondan sonra süvari kahvemizi içerken bağalar üzerine lafı koyulaştırırız.

Çömlek ustası, geniş havuşun kiliseye bakan tarafındaki iki katlı konağın kapısından konuk odasına götürdü gençleri. Göz alıcı desenlerle süslenmiş karoların üzerine yerleştirilmiş oymalı koltuklara oturttu konuklarını. Daracık sokaktan süzülüp gelen meltemle serinleseler de, gençlerin yazın sıcağında kuruyan dudaklarını ıslatmaları için buz atılmış sürahiden bardaklara meyan doldurarak ikram etti onlara. Meyanla serinleyip soluklanan gençleri, havuşun sağ köşesindeki Şenköy taşıyla döşenmiş mutfağa buyur etti. Mutfağın kapısına yaklaştıklarında,  yemeğe davet eden nefis kokuları ciğerlerine çekmeye başladılar. Geniş mutfağın ortasındaki mobilya masaya baktıklarında gençler, sini kebabı yanında borani, kaytaz böreği, içli oruk gibi yiyeceklerden zengin bir sofranın dizildiğini fark ettiler.

-Melike amtinize, bugün sizin geleceğinizi söylemiştim. O da, “Onları, mutlaka yemek için eve getir,” diye tembihlemişti. Nasıl beğendiniz mi sofradakileri? dedi Emmi Corç.  

-Beğenmek ne kelime, mükellef bir sofra donatmış amti. Niye zahmet ettiniz? Yormasaydınız Melike amtiyi, diye yanıtladı Sabit. Askerden yeni gelmiş şoför Heysem de:

-Amti eline sağlık. Ellerin dert görmesin, dedi.

-Bizim çocuklar yurtdışına gittiler. Oğlumuz Butros Almanya’da, birkaç yılda bir geliyor. Kızlarımız da Halep’teler. Çoluk çocuğa karıştılar. Yılda bir geliyorlar. Gençlerle oturup yemek yemeyi bile özledik. Siz de bizim evladımız sayılırsınız. Corç, sizden övgüyle söz eder, babanızı sık sık minnetle anar. Her zaman size kapımız açık ya şebab! dedi Amti Melike. Karısının sözünü tamamlarcasına konuya girdi Çömlekçi:

-Bundan sonra burası sizin de eviniz sayılır ya şebap. Sadece iş için değil, başka zaman da Antakya’ya geldiğinizde bekleriz. Ha, babası diye söylemiyorum, candan sevdiğim biridir Hasan Usta. İşinin hakkını verir, sözünde durur. Kimsenin hakkını yemez. Sabit’i de iyi yetiştirdiği belli. Daha ne ister bir insan canım…

-Teveccühünüz efendim, diyen Sabit, böylesine büyük ve zenginlere özgü evde yaşayan Çömlekçinin birkaç kez tamir edilmiş ayakkabıyla, eskimiş giysilerle dükkânda çalışmasına bir anlam veremediğinden sordu:

-Durumunuz gayet iyiyken, yanlış anlamayın ama bu yaşta niye çalışıyorsunuz Emmi Corç?

-Bak evladım, benim çocukluğum ve gençliğim zorluklar içinde geçti. Bu yüzden büyüklerimden öğrendiğim iki sözü kulağıma küpe yaptım. Biri, “Hıbz leyin, fıkır beyyin.”[6] Diğeri de, “Hıbz heyyin, fıkır beyin.”[7] Elim ayağım güçten kesilene kadar ekmeğimi kazanmaya devam edeceğim. İleride beni daha iyi anlarsınız ya şebab…

-Babamın gece gündüz çalışmasını şimdi daha iyi anlıyorum, dedi Sabit düşünceli yüz ifadesiyle.

-Her gün yeni şeyler öğreneceksiniz. Önemli olan en iyi yaptığın işte sebat etmek, dedi deneyimli Çömlekçi. 

Yüksek tavanlı, gömme dolaplı, camları vitraylı mutfakta iştahla yemeğe çöreklendiler. Yemeği zevkle midelerine indirdiler. Ağızlarının tadını aldıktan sonra ev sahiplerine şükranlarını söylediler. Yaşlı karı kocanın “yarasın” dileklerine karşılık verdiler ve havuştaki çeşmede ellerini yıkayıp havluyla kuruladılar. 

-Faddal ya şebap[8]! diyerek fıskiyesinden şırıltılı suların aktığı kalp biçimli küçük havuzun başındaki masaya davet etti konuklarını Emmi Corç. Amti Melike, kahvelerini nasıl istediklerini sordu gençlere. Aldığı yanıtla mutfağa gitmesi bir oldu. Asma yapraklarının arasından ışık huzmelerinin vurduğu masanın etrafındaki tahta sandalyelere oturduklarında:

-İşte şimdi lafın kaymağını çıkarma zamanı. Şimdi istediğiniz soruyu sorabilirsiniz. Kendinizi evinizdeymiş gibi rahat hissederseniz, ben de diken üzerinde oturmamış olurum, dedi Emmi Corç.

Güngörmüş bir insan olduğu her halinden belli olan yaşlı çömlekçinin hayat hikâyesini merak ediyordu Sabit. Dükkâna daha önceleri yük getirdiğinde, ateş almaya gelmiş gibi hemen İskenderun’a döndüğüne hayıflandı. O zamanlar neden bu adamı keşfedemediğine bir anlam veremedi. Hâlbuki iyi bir gözlemciydi, gençti ama yaptıkları iş sayesinde insan sarrafı olmuştu. Havuştaki ağaçların gölgesinde dolaşan ve havuzda dans eden kaplumbağalarla ilgili soru yumağı beyninde oluşan Sabit:

-Merakımı bağışla Emmi Corç. Bu kadar çok kaplumbağa beslemenizin sebebi nedir acaba? diye sordu.

-Sen yaşlardayken cihan savaşı patladı. Birkaç yıl içinde kıtlık ve yoksulluk, Halep ve Antakya’yı da etkilemeye başladı. Halep’teki işini kaybeden Mişel dayım Antakya’ya geldi. Ailemle görüşerek beni de yanında Brezilya’ya götürmeye ikna etti. Avrupa’da kurulmuş göçmenleri teşvik teşkilatı İskenderun, Lazkiye ve Beyrut limanlarından Amerika kıtasına gitmek isteyenleri gemilerle naklediyordu. Biz de İskenderun’dan gemiye bindik. Önce Kıbrıs’a uğrayan gemi, buradan aldığı yolcularla Akdeniz’de ilerlemeye başladı. Haftalar süren maceralı bir yolculuktan sonra Sao Paulo limanına vardık. Dayımın, birkaç yıl önce oraya giden arkadaşı Mikail karşıladı bizi. Orada kenar mahalleye favella diyorlar. Bir favellada kiraladığı evde biz de kalmaya başladık. Hep birlikte kahve toplama işinde çalıştık.  Biriktirdiğimiz parayla seyyar satıcılık yaptık. Derken bir gün limanın arka sokaklarında gezinirken biblolar satan bir adamla karşılaştık. Sergideki güzel bir kadın heykelciği dikkatimi çekti. Bunu nasıl yaptığını sorduğumda, yan taraftaki bahçeli bir eve götürdü bizi. Dayım meraklı biriydi. Zaten Halep’te fahurada kilden çok güzel heykeller yapmayı öğrenmişti.

-Sözünü kestiğim için kusura bakma Emmi Corç. Arsuz’daki çömlekçi Ermeni Haçer Usta da senin dediğin zamanlarda Arjantin’e gitmiş. Oralı bir kadınla evlenmiş. Otuzlu yıllarda iki çocuğu ve karısıyla Arsuz’a dönmüş. Oğlu Butros, İspanyolcayı çok güzel konuşuyor. Bazen bizim fahuraya geliyor. O da kilden yaptığı heykelleri getiriyor. Capcanlı heykeller. Adana’dan gelen tüccarlar havada kapıyorlar valla.

-Adının Ramos olduğunu öğrendiğimiz Brezilyalı adam da öyleydi. Böyle adamlar, yaptıkları işe âşıktır. Neyse, dayım çat pat öğrendiği Portekizceyle adamla anlaşmaya çalıştı. İşin dilinden bildiği için kil çamurunu hazırlama, atölyede şekil verme, kalıplara dökme, fırınlama bölümlerinde tecrübelerini paylaştılar. Benim dikkatimi, kil toprak yığınının arka tarafındaki ağaçların gölgesindeki iki kocaman kaplumbağa çekti. Onlara doğru gittiğimi fark eden Ramos, ıslık çalarak uyardı beni. Olduğum yerde çakıldım, biraz da korktum doğrusu. Ona döndüğümde, güldüğünü görünce rahatladım. Dayımla yanıma geldiler. “Şimdi uyku saatleridir, rahatsız etmemen için ıslık çaldım,” dedi adam. Bunların Brezilya’ya özgü kırmızı ayaklı kaplumbağalar olduğunu söyledi. Yerlilerin büyülü olduklarına inandıkları arraus bitkisiyle besleniyormuş. Yüzlerce yıl yaşayan bu hayvanlara, orada çok değer verildiğini anladım daha sonra.

-Bak sana, adam kaplumbağaların uykularının bozulmasını bile istememiş, dedi Heysem. 

-Lafı uzatmayayım, dayım Ramos’la zamanla iş ortağı oldu. İyi para kazanmaya başladılar. Ben de limanda yolculara biblo ve heykelcikler satarak para biriktirdim. On yıl sonra Antakya’ya döndüm, dayım orada kaldı. Ha, şu limonun gölgesindeki kırmızı ayaklı, elli yıl önce Ramos’tan aldığım yavru kaplumbağadır. Dişisini, gemide gaddar bir tayfa öldürdüğünden yavruları olmadı. Burada arraus bulamadım ama abeytıranı çok sevdi. Onunla besledim bunu.

Bükülmüş belini zorlayarak turuncun dibindeki kırmızı ayaklının yanına giden Emmi Corç’un, onun önündeki kil yalağa abeytıranı tel tel serişini izlediler. Bu yaşta kaplumbağaya çocuğu gibi bakan ev sahibine saygıları, daha da perçinlendi Sabit’le Heysem’in.

Abeytıranı yemeye başlayan kırmızı ayaklının sırtındaki evi usul usul okşayan Emmi Corç, ayağa kalkıp masadaki konuklarına baktığında, gençlerin çok duygulandıklarını fark etti. Ellerini yenidünyanın yan tarafındaki boşluktan güneşe doğru kaldırarak:

-Yaşamı sevmek, tüm canlıların var olma, yaşama hakkına saygıyla başlar, dedi. Arkasından ciğeri ağzına gelircesine öksürmeye başladı. Onun bu haline yıllardır kızan karısı Melike, mutfaktan debil dübül çıkarak:

-Bütün canlıların var olma hakkından söz ediyorsun ama kendi sağlığına dikkat etmiyorsun. Elli yıldır dilimde tüy bitti söylemekten, doktorlar defalarca tembihledi, yine de şu zıkkım olasıcayı bırakmadın gitti, dedi.

-Ya Melike Hatun, başımın belası bu tütünle senden önce evlendim ne yazık ki. Ben onu bırakmak istiyorum ama o beni bırakmıyor, diyen kocasına diyecek laf bulamayan kadın, gençlere dönerek:

-Siz siz olun, tütünle evlenmeye kalkışmayın ha! dedi.

-Heysem çoktan evlenmiş bile, diyen Sabit, öksürük krizi geçmeyen yaşlı adamın pancar gibi kızaran yüzüne baktı. Tam o sırada kocasına su getiren kadının terleyen burnu dikkatini çekti. İçindeki sesin, “Karı koca arasındaki çatışma, tütün dumanı gibi uçup gidici şeyler olsa,” dediğini duydu.

 

[1] Helal olsun!

[2] Halka şeklindeki sade kurabiye

[3] Gençler

[4] Hala. Araplar arasında yaşlı kadınlara hitap için de kullanılır.

[5] Büyük avlu

[6] Yumuşak ekmek yerseniz, yoksulluk ortaya çıkar.

[7] Kolay ekmek yenirse, yoksulluk yaygınlaşır.

[8] Buyurun ey gençler!

Müslüm Kabadayı

26 Nisan 2021 Pazartesi | 351 Görüntülenme

İlgili Kategori: Öykü

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler