Kötü Kitap
Dolunay var, yumuşacık bir akşam, esintiyle gelen hoş bir çiçek kokusu. Balkonda oturdum buraya gelişimin yıldönümünü kutluyorum, düşünce olarak, içimden; bir şey yiyip içmeden kuru kuruya. Tam bir yıl önceki gibi gözümü karanlık göle diktim bakıyorum, bir de tepedeki ışıklara. İlk geldiğim gün karşı tepedeki dizili ışıkların anlık çakmalarına takıldı gözüm. Aynı anda sayamadığım ışıkların, defalarca çakmasını takip ederek başardım, on iki taneydi; bunlar bana savaş açan on iki devdi...
Yandaki eve bir çift geldi, ıssız mekânda sakınımsız bir gürültüyle çıktılar merdiveni. Başka da müşteri yoktu sanırım, çıt çıkmıyordu, ne de ışık yanıyordu benim sıradaki evlerde, diğerlerini de zeytin ağaçları saklıyordu. Gündüzün, göl kenarındaki evlerden çıkan iki kadın gördüm, tuhafça bakıştık selamlaşmadan. Yanımdan geçerken biri “cüce” dedi duyacağım sesle, yakışıklılığıma içi giden kadınlar, kendilerinden uzun olan bana “cüce” diye laf atıyor; atın bakalım, dedim.
Kutlamam gece yarısına dek sürdü, yerimden kalkmadan öylece oturdum; göldeki balıkçıların ışığını, karşı tepedeki benim devleri takip etmekten yorulmadı gözlerim. Ağır ağır düşündüm bütün bir seneyi; ne için gelmiştim, ne diye kalakaldım? Bir bilen olsa aklımdan şüphe ederdi, gerçi otelin sahibi İzzet Ağabey, eşi Şevval, bırak şüpheyle bakmayı, “Nüvit Hocam” diyerek önümde eğilecekler nerdeyse. Kervansaray gibi yol kenarında bir iki gecelik konaklama yapılabilecek basit bir motele gelip yerleşen bu ilginç genci hem merak ediyor, hem de bir çeşit saygı duyuyorlardı; anlıyordum bunu.
Bir senedir aile gibi olduk, ama uzaktan uzağa, yemek saatlerinin dışında görmüyoruz birbirimizi, istiyorlar ki oturup uzun sohbetler edelim, zaman olsa da etsek. İki kez doğum günlerine çağırdılar, bir de benim için sürpriz yaptılar, her üçünü de, üç kişi olarak kutladık. Benim gibi onlar da enteresandı, iki kişilik bir dünya kurmuşlar kendilerine, hayatlarından memnun, kazançları yerinde, mutlu mesut yaşıyorlar. Aralarında yaş farkı var, yakınlarından kaçarak evlenmişler. Yıllardır hiç ayrılmamışlar buradan, ilçeye gitmenin dışında. İki kişiden başka çalışanları yok, yolun altındaki tek katlı evde oturan çift her işe yetişiyor. Temizlik dışında müşteri hizmeti yoktu. Yemeği Şevval yapıyor kendilerine, ben de aynı yemekten yiyorum, bazen de göl kenarındaki restoranlara gidiyordum.
Bir gün İzzet Ağabey, yarı şaka “Nüvit Hoca, senin kaçıp saklandığın bir şey olmasın; yoksa uzun uzadıya kalınacak bir yer değil burası; canım olur ya insanlık hali?” Yoktu tabii ki, ilk geldiğimiz gün, kız arkadaşımın mekânı beğenmeyip benimle kavga ettiğine, arabamı alıp gittiğine, orada öylece kaldığıma Şevval tanık olmuştu; gece vakti araç bulamadığıma, kırk kilometre yolu yürüyüp ilçeye gidemediğime de. Ertesi günü roman yazmak için uzun bir süre kalmak isteğimi, bunun için anlaştığımızı biliyorlardı, aklımdan şüphe etmedilerse de, ahvalimden ettiler.
Çocukluğumdan beri kitap okumak bir tutkudur bende. Okuduğum kitabın kahramanı olmayı dünyada hiçbir mutluluğa değişmezdim. Peki, yazarı olmak nasıl bir duyguydu acaba? Bu merak ince bir dürtüyle kendini hissettiriyordu zaman zaman, ama ben anlamazdan geliyordum; çünkü nerden, nasıl başlanır bilmez, cesaret edemezdim. Bitirme tezim dışında bir şey yazmamıştım hayatımda. Dedem, kendisi gibi şiir yazmamı isterdi, onu bile denemedim hiç. Terkedildiğim o akşam karşı tepedeki rüzgâr tribünlerinin bana göz kırpan devler olduğunu algıladığım anda, Donkişot olduğumu da anladım... Hemen bloknotumu çıkardım. Yazmak olağanüstü bir durum olduğu gibi, başlamak da olağanüstü bir durumu gerektiriyordu demek ki.
O gün yaşadığım sıradan bir olaydı, kız arkadaşımla ayrıldık, daha doğrusu beni bırakıp gitti o. Şehirdeki otelde kavga etti, neden tek oda vermezler? Burayı da beğenmedi, derken bastı kavgayı benimle, kasıtlı yapar gibiydi, onulmaz hasarlar açtı ilişkimizde, bir gün içinde hem de... Peşinden gitmeyecektim. Kaçanı kovalamayacak, başka bir şey yapacaktım, sıradan olmayan bir şey? Kendim olmayacaktım bir süre, olayın dışına çıkmak, ayrılığı, terk edilmeyi hazmetmek için. Yazarken karakterle özdeşleşmek, ayrı bir tanrının kulu olmak, aradığım buydu sanırım... Evet, deneyince öyle olduğunu anladım.
Herhalde birine kızıp da roman yazmaya kalkan, ilk yazar ben olacağım tarihte, bunun mutlaka literatüre geçmesi gerekir. Önsözünde belirtmekte de fayda var: Bu kitap bir öfke, gaflet, dalalet ve dahi hıyanetin eseri, yok olmadı, kısaca panzehir demek daha doğru sanki ya da daha manidar bir kelam, düşünürüz...
Yanımdaki, Nobel ödüllü yazarın sıkıcı kitabını tekrar okudum, ben olsam şöyle yazardım, böyle yazardım, diyerek eleştirdim. Bir bölümü yeniden uyarladım, baktım güzel oldu, demek ben ondan daha iyi yazacaktım; olamaz mı?
Motive olup, hızlıca yazmam gerekiyordu. Uzun bir zamana yaymak bana göre değildi, burada bitirip gidecektim, altı ay mı olur, bir sene mi; daha fazlası olamaz. Kararlı bir biçimde sağ üst köşeye tarih attım. Ne yazacaktım? Üç beş dakika düşündüm. “Henüz on üç yaşında bir çocuktum, ben ne anlarım cinsellikten?” cümlesiyle başladım... Gençlik çoğunlukla, cinsel içerikli, harcıâlem yazılmış, kolay okunan kitapları tercih ediyordu, eh o kadarı da gelirdi elimizden. Çocukken tanık olduğum komik bir olayı oturup yazacağım hiç aklıma gelmezdi. Daha bir sürü ilginç anı; otuz dört yıllık bir hayat, çık dördünü, anlatacak şey mi yok, yeter ki anlatabil. Ha ne olur, iyisi olmaz da kötüsü olur; piyasa kötü kitaptan geçilmiyor zaten, bir eksik, bir fazla. Üstelik de peşin peşin söylerim, “Kötü Kitap”, adı da çıktı ortaya. Vallahi oldu bu iş, dedim, asıldım mı kaleme.
Yaz aklına geleni, yaz ağzına geleni, dedim. Kız arkadaşını yaz bırak, kâğıtlarda sararıp solsun, kahpe! Bir nevi aşk romanı olmaz mı, kötü aşk; kitaba da uygun. Kitabına uydurmak, diye bir formül vardır ki, onu çözdün mü tamam, daha korkma hayattan.
Yazdıkça zihnim açıldı, yazdıkça gözüm gönlüm açıldı, tutana aşk olsun. Demek ki yazmak böyle bir şeydi. Daha ilk günden İzzet Ağabey, Şevval, öteki yardımcı çift Ömer ile Ayşe kapımda kuyruk “Ne zaman çıkacak” diye soruyorlar. Arada bir, ne yazdığımı, nasıl yazdığımı soruyorlardı, şöyle birer ikişer sayfa okusam da anlasalarmış konusunu. Ayşe peşimde, “Benim hayatım romanlara ‘geri dur’ der, anlatam da yaz, he mi” diyordu. Bahçede, göl kenarında karşılaşamamışsak, odama geliyordu, temizliği, çarşaf değiştirmeyi özellikle benim bulunduğum sırada yapıyordu gevezelik etmek için.
Adıyla sanıyla “Kötü Kitap” kötü şeyler mi yazmalıydım hep, diye düşünüyorum. Kötü, neydi kötü? Onu da geçelim, bir kitap dolusu kötüyü nerden bulup da yazacağım, kötü yazılması yeterdi zaten.
Ayda bir İzzet Ağabeyle ilçeye gidiyordum, ihtiyaçlarımı alıyor, para çekip aylık otel parasını ödüyordum. Babaanneme telefon ediyordum postaneden. Kız arkadaşım arabayı bırakmış. Birkaç kez sormuş beni, şikâyet etmiş, kendisine kaba davranmışım: yüzümü bile görmek istemiyormuş da, başıma bir şey mi geldi, diye merak etmiş sadece? Babaannem, iyi olduğumu, ama yerimi bilmediğini söylemiş; en son da yurtdışına gittiğini duyurmuş, selam söylemiş bana...
Başlangıç cümleme dönecek olursam; “... henüz on üç yaşındayım...” O gün yazlıkta, dedem temizlikçi kadından bir şey istiyor, o “vereceksin” diyor, kadın “vermem” diyor; tartışıyorlar. O her ne ise, kadın diretiyordu, beni görünce sinirle koşarak çıktı evden. Ne demekti, dedemin istediğini vermemek, gösteririm ben sana, peşinden seğirttim! Dedem benim bir dediğimi iki etmezdi, ben de onun istediğini alacaktım kadından, zorla da olsa, alacaktım. Hem koşuyor, hem bağırıyorum: dur, Çiçek Abla, dur gitme, vereceksin dedemin istediğini. Dönüp kütü kötü baktı, adımlarını hızlandırdı, kestirmeden yola çıkmak için yan komşunun bahçesine girdi. Dur kaçma, kurtulamazsın elimden, vereceksin, yoksa gelip camlarınızı kırarım, yerden taşı kaptım. Aramızda birkaç adım kala, kadın durdu, “Gel al, sana vereyim, gel” diyerek şalvarını indirdi, taş elimden düştü... Dedem ne istemişti yaa?
Bende olaydan, hikâyeden bol ne vardı. On yıl da Avrupa macerası, Avrupa’dan havadisler; üniversitelerinden, kadınlarından, siyasetinden, arada fıkralık olaylar gırla... Kahramana başta pek önem vermesem, “Kötü kitabın iyi kahramanı mı olur”, desem de, serbest bıraktım, hiç karışmadım, ne anılar nakletti, ne vakalar anlattı tarihleriyle, nedenleri sonuçlarıyla, döndü içine felsefe mi yapmadı, ironi mi katmadı; bir koza gibi ördü kitabı. O kadar özgürlük tanıdığıma iyi mi ettim, bilmiyorum, “Kötü Kitap” denince yazarı değil de, kahramanı çıkacak öne. Çıksın, bunu da dert etmeyeceğim.
Koleji bitirdiğimde, yurtdışında görev yapan annemle babamın yanına göndermeye ancak gönlü razı olduydu dedemin, onun yaşayamadığı çocukluğu, gençliğiydim ben... “Ah yavrum, daha yıllarca dirsek çürütmen şart mı? İyi düşün be canım, artist ol, sanatçı ol, esnaf ol, ne olmak istersen; yeter ki iste, deden arkanda” demişti. “Üstelik para kazanmak için çalışıp çabalamana gerek bile yok be evladım, geçmez akçe mi dedenin onca parası? Annen, baban da dinlemedi, genç yaşlarından beri çalışıyorlar.”
Babaannem çok sevinecek buna “İnsanın yapacağı iyi bir işi olmalı” derdi hep; zaten o da dinlememiş dedemi, sevdiği öğretmenliği bırakmamış zamanında. Bu kitabı dedeme ithaf edeceğim, görebilseydi keşke, ne sevinirdi, sanat, edebiyat aşığıydı; güzel adam.
Parayı bastırdın mı, yayınlatmak kolay, ne yazarsan yaz. Sonra, veririm bir derneğe, vakfa, tamam. Toplumsal itibar da sağlamış olurum böylece, yaşşa be oğlum Nüvit. Bir yıllık zaman biçtim, ucu ucuna bitirdim, fena da olmadı. Bir kitap fena değilse korkmayacaksın. Yalnız bir sakıncası gözüküyor bu işin, alışkanlık yapar mı? Bünyemde ufaktan değişmeler sezinliyorum, kalemi kırmalı, mukayyet olmalıyım kendime, aman ha!
Fatigül Balcı
23 Ekim 2021 Cumartesi | 588 Görüntülenme
İlgili Kategori: Öykü