Mesele Yeni Değil, Arabesk Hiç Değil -1-
Arabesk müzik şu memlekette yıllardır tartışılıp durur. Hatta öyle ağır iddialarla, okkalı hakaretlerle, fena halde çokbilmişliklerle ve aşağılamalarla tartışılır ki şaşırmamak mümkün değildir. Seçkinlerin dinlese de bir günah gibi sakladığı, itilmişlerin gururla ve yana yakıla “arabeks” diye dinlediği, “aydın” zümrenin dinleyeni vatan haini, söyleyeni hamam böceği olarak gördüğü bir malzemedir arabesk.
Vizyonda olan “Müslüm” filmi ile tartışma şu sıralar tekrar alevlendi. Yine girdik o zifiri tünele. Hiçbir aydınlatmanın olmadığı ve olmasına da izin verilmediği tünele. Kaza yapmamak, birilerine çarpmamak, kırıp dökmemek mümkün değil. Çünkü kimse kimseyi görmüyor, dinlemiyor, hissetmiyor bile! Ortalık zifiri karanlık. Tüneldeki bütün sürücülerin tek iddiası “doğru” olanı veya olması gerekeni yalnızca kendilerinin bildikleri… Hâlbuki hayat başka parametrelerle onları da önüne katarak akıp gidiyor, farkında bile değil biçareler.
Müslüm filminden sonra muhtemelen aydın ama asla münevver olmayan takımdan yine bildik sesler yükseldi. Hatta o derece yükseldi ki “Müslüm’den Pavarotti yaratmaya kalkmak da neyin nesi? Arabesk sanatın çukurudur, ülkedeki kültürel tükenişin en net örneğidir. Herhangi bir estetik değeri yoktur. Bağıra çağıra söylenen o berbat sözlerle ortaya çıkan gürültüye müzik muamelesi yapmak gerçek sanatçıya / müziğe ihanet değil de nedir?”e (Cumhuriyet, 01.10.2018) kadar uzandı iş. Dinleyeni “ihânet-i vataniyye”yle bile itham etmişti bu takım, hatırlarsınız.
Üretene kızıyoruz, söyleyene kızıyoruz, dinleyene kızıyoruz, kızıyoruz allah kızıyoruz. Çaktırmadan ya da bilerek biraz da hakarete varan aşağılamalardan da geri kalmıyoruz. Hedefte ise hep o “bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan” ayak takımı var. İşin matrak tarafı da bunu genelde “sol açıkta” top koştururken yapıyoruz. Sonra bir bakıyoruz ki sahada en zayıf olduğumuz ve karşı akınları önleyemeyip golü kalemizde gördüğümüz koridor tam da bu hat, sol açık.
Bu takım 1970’lerde Devlet Konser Salonu'nda düzenlenen “Itrî Konseri”ne de şiddetle karşı çıkmıştır. “Itrî konseri devlet salonunda verilirse devlet sanatçılığı unvanımı reddedeceğim.” diyen sanatçılarımıza da rastlanmıştır bu ülkenin kültür tarihinde. Gericidir! çünkü Itrî, yozdur! ve Cumhuriyet ilkelerine ve Cumhuriyet Devlet yapısına yakışmamaktadır!.. Çünkü kültür ancak seçkinlerin sınırlarını çizeceği ve icazet edeceği noktada yürüyebilecek bir hareketliliktir. Aradan yıllar geçmiş, 40 yıl sonra Unesco tarafından “2012 Itrî Yılı” ilan edilmiştir. İşin ucunda Unesco olunca bu sefer koro halinde feryad eden bu takım suskunluğu seçmiştir. İşin ucunda Unesco vardır çünkü, neme lâzım. Bu konuyu daha sonra uzun uzun anlatırım… Şimdi dönelim şu arabesk meselesine.
Arabesk konusundaki temel alerji, aslında müzikal seçkiden ziyade sınıfsal ve kültürel katmanların karşılıklı husumeti gibi görünüyor. Temelde tarif edilenin bir müzik türü, icra, beste kalıbı, notasyon sistemi, sözler vs. olmadığını, doğrudan doğruya sosyal bir katmanı işaret ettiğini görüyoruz. Ve hatta dinleyeni, üreteni hedef tahtasına koyarak, kum torbasına çevirerek giydirilen bir tanımlama halini almıştır arabesk. İşaret edilen sosyal sınıf, bu cehl-i mürekkep takımının penceresinden doğrudan doğruya Cumhuriyet düşmanı olabilecek kadar da tehlikeli görünmektedir. Birçok ülkede konserler verdim, müzik kongrelerine katıldım, konservatuvarlara konuk oldum ve hatta bizzat derslere katıldım fakat hiçbir yerde dinlediği müzik yüzünden bir sosyal sınıfın diğer sınıf tarafından sanat eliyle bu derece aşağılandığına tanık olmadım. Bu kibirli ve resmi ideoloji yanlısı anlayışın tarihi aslında çok ama çok daha gerilerde…
Münevverden Aydına, Muhterem’den Monşer’e
Osmanlı son dönemine akarken çağa ayak uydurmak ve kaybedilen zamanı kazanmak için yapılan Islahat Hareketleri, doğal değişim sürecinde bazı alanlarda doğal olmayan sonuçları da beraberinde getirmiştir. Mehteran’ın kaldırılması, Musikâ-i Hümâyun’un yani ordu bandosunun kurulması ve Donizetti Paşa’nın saraya getirilmesi, Meşrutiyetlerin ilânı, batı ile olan kültürel yakınlaşma çabaları devlet yönetiminin yanında kültür ve sanat alanında da bir dönüşümü zorlamıştır. İstanbul’un köklü ailelerinde Fransızca modası, Paris’in kıblegâh olması ve daha birçok hareketlenme yeni bir sınıfın ayak sesleriydi sanki. Kültür ve sanat alanındaki değişim ve dönüşümü yukarıdan aşağıya organize etmeye kalkarsanız sert virajlarda kaza yapmamanız mümkün değildir, çünkü bu iki alan sosyal katmanlar arasında belki de en fazla mayalanması gereken alanlardır.
Zorlama ve biraz da mecburi dönüşümler karmaşık bir trafik ve beraberinde kaçınılmaz kazaları getirmiştir. Bu kazalar, ulusal ekonomisinin olduğunu iddia edemeyeceğimiz bir toplumdan burjuva yaratmak gibi bir paradoksu doğurmuş, bu paradoksun dayattığı paradigma ise vücudun hazır olmadığı bir dönemde dayatıldığı için de kendi antikorunu üretmiştir. Bizim “aydın” takımının tartıştığı ise paradigma değil, antikordur. Bu da olsa olsa ancak mizahı beslemiştir. En güzel örneklerinden biri de Recâizâde Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’dır. Aslına bakarsanız Yeşilçam’ın siyah beyaz yapıtlarının temelinde de bu mizah duygusu hakimdir. Her filmin sonu bellidir; zorla yaratılan sınıf, sırtına aldığı rüküşlük urbası ile önce komik, sonra da madara olur. Filmin sonunda ise kaybeder. Yine öyle olacaktır sanırım!
Son Osmanlı münevver takımı ile zorla yaratılmaya çalışılan aydın sınıf arasındaki ciddi çelişkinin günümüze yansıması kültür sanat alanlarının zenginleşmesinden ziyade, sosyal sınıfların arasındaki uçurumun daha da derinleşmesine hizmet etmiştir. Devletin resmi sanat politikası dediğimiz bu ucube anlayış ve program, toplumun doğal gelişiminin önünde en büyük engel halini almıştır.
İşte Itrî konserine karşı çıkan devlet sanatçısı hanımefendinin devrin Kültür Bakanı Talat Halman’a yazdığı tehdit mektubu da bu anlayışın ürünüdür.
Son dönem Osmanlı ve yeni Cumhuriyet’in Doğu, özellikle Arap toplumlarına ve sanatına biraz soğuk duruşu, devlet politikası halini almış ve beraberinde yasaklamaları getirmiştir. Geleneksel müziğin TRT Radyolarında 2 yıl yasaklanması, eğitiminin ise 50 yıl gündemde olmamasının da sebebi budur.
1950’li yıllarda ülkeyi kasıp kavuran Hint filmleri furyası beraberinde doğucul ve bu topraklara hiç de yabancı olmayan melodileri getirmiştir. Bu filmlerin en önemli bestecisi ise merhum Sadettin Kaynak’tır. Halk içinde birden sevilen ve adeta fenomen olan Kaynak, beraberinde bir de tehlikeyi getirmiştir. “Muassır medeniyet” yolunda hızla ilerleyen genç Cumhuriyet’te bu sefil (!) Hint – Arap karışımı müziklerin ne işi vardır? Sonunda olan olur ve Hint müzikleri de yasaklanır.
Uzun bir süredir baskı altında olan ve ikincilleştirilen, konservatuvarlardan kovulan geleneksel müzik, yalnızca 1926’da başlayan Halkbilimi alanında Anadolu’daki alan taraması ve derlemelerle devam eder. (Bu çalışmaları ileride daha ayrıntılı yazacağım.)
Toplumun geleneksel duyum ihtiyacı yalnızca dar bir alana sıkışmış ve zorunlu olarak piyasa koşullarına terk edilmiştir. Toplum, Halk Musikisi ve Klasik Türk Müziği üst başlıkları ile ayrıştırılmış, aynı membadan beslenen bu temel alan üvey evlat konumuna düşmüştür. Bugün bile konservatuvarların en kronik hastalığı olan “Doğucular-Batıcılar” ayrışmasının ve zıtlaşmasının tohumları artık yeşermeye başlamıştır. (Devam Edecek
Ekrem Ataer
25 Ekim 2021 Pazartesi | 651 Görüntülenme
İlgili Kategori: Eleştiri