Sahipsiz Gerçek

Sahipsiz Gerçek - B. Sadık Albayrak

SLemehov

“Büyüklerine Başvuran Karga”[1], Saltıkov - Şçedrin’in Büyüklere Masallar kitabının gerçekçi kuşudur. Kargaların her işi yaptığı ve yoksulluk içinde ezildiği kuşlar dünyasında ihtiyar karga sorularıyla bir yol açmak ister.

İhtiyar karga: “Biliyorum,’ dedi, ‘günümüzde gemisini kurtaran, kaptan. Yalnız bu konuda bizim karga milleti pek saftır. Başkaları milyonları cebe indirir, kimsenin umurunda olmaz, bizimkiler üç kuruş çaldı mı cezaları ölümdür. Canilik değil de nedir bu, ha?” (s.286) Adaletsiz düzenin sonuçlarını ortadan kaldırmak için ihtiyarlığına bakmadan tek başına göklere yükselir. Kuşlar dünyasının hiyerarşisi içinde kargaların sorunlarını anlata anlata sonunda krala kadar çıkar. Kral bir kartaldır. Karganın anlattığı sömürü gerçeğini dinledikten sonra kargaya şöyle der:

 “Bu gerçeği kartalından akdoğanına, atmacasından çaylağına kadar herkes, hem de nicedir biliyor. Ama şu anda bu gerçek bizim işimize gelmiyor. Dolayısıyla sen bu gerçeği istersen dörtyol ağızlarında olanca sesinle haykır, herkese açıkla, bundan bir şey çıkmaz. Zamanı geldiğinde, bu gerçek kendiliğinden çıkagelecektir. Ama ne zaman, onun orası belli değil” (s.286)

İhtiyar karga bu itirafa aldanmaz. Herkesin bildiği ama iktidardakilerin işine gelmediği için Dörtyol ağızlarında ilan edilse bile gerçeğin hiçbir işe yaramaması ihtiyar kargayı durdurmaz. Çözüme uçuşunu sürdürür ve uzak dağlarda yalçın kayalara tünemiş çaylağa ulaşır. Çaylağın söyledikleri gerçeğin başka bir niteliğine kapı açar.

Çaylak: “İki yüz yıldan fazla bir süredir ben bu yalçın kayanın üzerinde otururum ve bu süre içinde yandan da olsa, gözümün ucuyla da olsa, güneşe bakabilmişimdir... Ama bugüne dek gerçeğin yüzüne bir kez olsun bakamadım.” (s.292) Gerçek güneşten bile daha yakıcıdır.


Saltıkov – Şçedrin’in Büyüklere Masallar’ı, Rus gerçekçiliğinin edebiyatta yetkin eserler ortaya koyduğu bir dönemin ürünüdür.

Sahipsiz Gerçek

Bir yandan herkesin bildiği, dört yol ağızlarında ilan edilen bir gerçek vardır; ama bu gerçeğin gereğini yerine getirecek kimse yoktur. Çünkü iktidardakilerin işine gelmeyen bir gerçektir bu, başka bir sınıfın gerçeğidir. Bu sınıf, ezilenler, kendi gerçeklerine sahiplenip bu gerçeği egemen kılmadıkça, belirsiz bir zamanda kendiliğinden geleceğine inanılıp hayal kurulabilir. Buna sahipsiz gerçek diyebiliriz. Her yerde vardır, ama hiçbir yerde yoktur. Gazetelerde yazar ama hayatta karşılığı bulunmaz. Ozan bu gerçeği anlatmak için “Sabahın bir sahibi var” demiştir… Gelecek, kendi gerçeğine cesaretle sahiplenen ve hayata geçirmeye çalışan insanın eseri olacaktır.

Bir başka gerçek ise göz kamaştırıcı yakıcılıktadır. Eğer bu gerçeğe gözümüzü kırpmadan bakabilseydik orda kendimizi yakıp kül edecek, gerçeğe uygun olarak yeniden kuracaktık. Kendi varoluşumuzun bu gerçekle ne kadar uyuşmaz olduğunu görüp harekete geçecektik. Güneşe bile bakabilirken gerçeğe bakamayan egemen çaylağın durumu budur. O, gerçeğe aykırı, asalak varoluşunu sürdürmek için gözlerini kapamayı seçer, ama yine de gerçeğin yakıcılığı onu rahat bırakmaz. Güneşe bakamazken bile tepede olduğunu bildiğimiz gibi, gözlerimizi kapadığımız gerçeği de enikonu biliriz. En azından Şçedrin’in çaylağı için böyledir bu. Şu sözler onundur; ihtiyar kargaya seslenir:

“Çevrene bir bak: Her yerde düşmanlık, kavga; hiç kimse nereye ve niçin gittiğini doğru dürüst bilmiyor... Bu nedenle de herkes kendi gerçeğini öne sürüyor. Ama bir zaman gelecek, herkes açık, belirgin birtakım sınırlar içinde rahat soluk alabilecek, bu sınırlar içinde yaşayışını sürdürecek. O zaman ayrılıklar kendiliğinden kalkacak; bunun yanı sıra, şu küçük ‘bireysel gerçekler’ de yok olup gidecek. Herkes için bir olan, uyulması zorunlu olan ‘gerçek’, gerçekten ortaya çıkacak ve tüm dünya aydınlanacak. Hep birlikte, birbirimizi severek yaşayacağız. İşte böyle, ihtiyar! Şimdi sağlıcakla uç git ve karga soyuna; benim buna, şu yalçın dağa inandığım gibi inandığımı söyle.” (s.293)

Saltıkov – Şçedrin’in kitabının son sözleri bunlardır...

Sahipsiz gerçek, güneşten yakıcı gerçek ve en sonunda “herkes için bir olan, uyulması zorunlu olan gerçek”, Ağrı dağı muazzamlığında önümüze konur. “Tüm dünyayı aydınlatacak gerçek”… “İnsanlık emeğin güneşine yüzünü döndürmedikçe dengesini bulamaz” derken, Marx, insanlığı uyuma kavuşturacak o gerçeğin özüne dikkat çekmişti.

Rachev Vintage
Rachev Vintage

Kabukta Değil, Özde Gerçek

Büyüklerine başvuran karga masalı 1886’da yazılmış. Üzerinden yaklaşık 130 yıl geçmiş… Çaylağın inandığı, herkesi kucaklayan, dünyayı aydınlığa ve sevgiye kavuşturacak gerçeği, insanlığın dengesini arayışımız sürüyor…

Kuşlar masalında gerçeği tartışan Şçedrin’le gerçekçilik sorununa bir “kertik”[2] atabiliriz; bir edebiyat veya sanat yapıtının gerçekçi olması için, dış yapısının, imge dünyasının gerçeğe benzer olması şart değildir. Saltıkov-Şçedrin’in kuşlar dünyası insan toplumuna ancak simgeler düzeyinde benzer. Kuşlar dünyasının sınıfsal hiyerarşisi ile sınıflı insan toplumunun hiyerarşisi biçimsel olarak benzer değildir. Ama bu benzemezliğe karşın öykü sınıflı toplumda gerçeğin çok yönlü niteliğini gerçekçi bir yöntemle ortaya koyar. Bunu, insanları dışsal olarak gerçeğe benzer betimleyen ama gerçeğin kabuğundan öteye geçmeyen yüzlerce öyküden çok daha açıklayıcı bir biçimde yapar.  

İyilik Yapmak İsteyenlerin Kötülükleri

Büyüklere Masallar, Rus gerçekçiliğinin edebiyatta yetkin eserler ortaya koyduğu bir dönemin ürünüdür. Ondan yaklaşık 15 yıl önce ise, bizde roman türü ilk ürünlerini veriyordu ve gerçekçilik ilk adımlarını atıyordu.


Şemsettin Sâmi’nin sorunu gerçekçi kavrayışında çağının toplumsal düşüncesini bilmesi belirleyicidir. Türkiye’de komünizm kavramına ilişkin ilk doğru tariflerinden birini o yapmıştır.

İlk romanlardan biri, Şemsettin Sâmi’nin yirmi iki yaşında yazdığı Taaşşuk-u Tal’at ve Fitnat 1873’te yayımlandı. Ondan birkaç yıl sonra Türkçenin de roman yazmaya yeterli bir dil olduğunu kanıtlamak için işe girişen Namık Kemal’in İntibah’ı geldi. İlk romanlarda dikkat çeken eksiklerden biri mekân betimlemesinin hiç olmaması veya yetersiz olmasıydı. Sözgelimi Şemsettin Sâmi’nin romanında Fitnat’ın odasının betimlemesini okuyoruz, mekân daha çok genellemelerle çiziliyor. Kadın kılığına girmiş Tal’at’ın tütüncünün merdivenlerinden üst kata çıkmasını anlatamayacak kadar zayıf bir dildir bu. Şemsettin Sâmi’nin konak betimlemesi, bu zayıflığın iyi bir örneğidir: Yirmi otuz odalı konak. Güzel, beş altı bahçıvanın çalıştığı bahçe, beş altı güzel atın bulunduğu ahır... Minyatürle mekâna bakan bir toplumdan perspektifle mekânı gören bir toplumun edebiyatına, romanına geçerken ilk elde bu eksikliklerin olması olağandır.

Bu ilk roman bir erkekten çok, bir kadının romanıdır. Fitnat, Tal’at’tan çok daha güçlü ve olgun çizilmiş izlenimi veriyor. Yirmi iki yaşında bir erkek yazarın, Şemsettin Sâmi’nin Fitnat’ı bu kadar iyi yazması şaşırtıcıdır. Bu kitabın romanın bunca gelişmesinden sonra zayıf ve çocuksu kalması anlaşılabilir, ancak aşk üzerine gözlemlerinin hâlâ taze ve yaşamsal olduğu söylenebilir.

Şemsettin Sâmi, Tal’at’ın cumbadan gördüğü kıza âşık olduktan sonraki halini şöyle anlatır: “Tütünü aldı; giderken bir daha cumbaya baktı. Gördüğü şey, öncekinden daha bir kat güzel göründü. Zavallı çocukcağızın o vakte kadar öyle bir güzel görüp sevdiği yoktu. Böyle bir aceminin gönlü ne kadar kolay etkilenir, mâlûm ya. Tal’at, Bayezit’e doğru çıktı. Ama, zihni oradan ayrılamıyordu. Tütüncünün cumbası imgeleminde belirdikçe beliriyordu. Kaleme gitti, yine bu düşüncelerle meşguldü. Kalemden dönerken, tütünü tükenmemiş idiyse de, yine kırk paralık tütün aldı; cumbaya baktı: Yine aynı şey. Evine gitti, aklı yine onunla meşgul. Yatağa yattı, uyku yok. Bir düziye düşündü. Bir sevindi, bir üzüldü. Kararı kalktı, bir yerde duramadı. Sabahleyin evinden çıktı, tütüncüye uğradı. Tütünü varken bir daha tütün aldı. Cumbanın durumu dâimâ o. Nihayet bir kaç gün böyle gitti.”[3] Tal’at’ın sevgilisini görebilmek uğruna evde birkaç yıl yetecek tütün depolayacağı anlaşılıyor.

İlk romanın en önemli özelliklerinden biri, Şemsettin Sâmi’nin kişilerine iyi adam-kötü adam karşıtlığı içinde bakmamasıdır. En olumsuz tiplerden tütüncü Hacıbaba bile, kızının iyiliği için onu zengin adamla evlendirmek ister. Kötü olan o değil, zengin-fakir ayrımı yaratan sınıflı toplumdur. Fitnat, “Ah babam! Babam bana iyilik yapmak niyetiyle beni mezara teslim edecek!” diye feryat eder. Ne kadar gerçekçi bir saptama. Hayat, çoğunlukla yakınlarımızın bize yaptığı veya yapmak istediği iyiliklerin ağır bedelini ödemekle geçer.

Yazar, Tal’at’ın anasının öyküsünden başlayarak, sorunu toplumsal bir çerçevede ele alır. Kişilerden bağımsız olarak, kadın erkek arasındaki toplumsal duvarlar, trajedilerin kaynağı olmaktadır. İşte bu bakış açısıyladır ki Taaşşuk-u Tal’at ve Fitnat gerçekçi bir nitelik kazanır. Bu romanın değerlendirilişinde bu yanı üzerinde hiç durulmamıştır, roman genellikle ilkel bir romantizm taklidi olarak damgalanıp geçilmiştir. Dikkatli okuduğumuzda yazarın olaylara toplumsal gerçekliği gören bir çerçeveden baktığını ve bu toplumsal gerçekliğin trajik sona sürüklediği iki insanın sevda öyküsüyle bizi eleştirel yargılara yönlendirdiğini görürüz. Fitnat, zayıf bir dil, kurgu, eksik betimlemeyle de olsa 19. yüzyıl Osmanlı değişiminin ipuçlarını bulduğumuz bir romandır. Bir kez daha Şemsettin Sâmi’nin toplumsal değişmeyi gören bakış açısının gerçekçiliğin temelinde durduğunu tekrarlamakta yarar var.

“Târik-i Selamet”

Gerçekçi Rus romanının gelişiminde de toplumsal hayata, değişmeye açık, çatışmaları olan, insanın üzerinde dönüştürücü etkide bulunabileceği ve onun koşullarınca belirlendiği süreçler bütünü olarak bakmak belirleyici olmuştur. 1865’den önce yazılan birkaç romanın adı bile bu etkin bakış açısının ipuçlarını verir: Suçlu Kim?, Zamanımızın Bir Kahramanı, Babalar ve Oğullar, Ne Yapmalı? Roman gerçeğe, hayata müdahale etmek için gerçekliği müşahede altına almıştır. Ahmet Mithat’ın gerçekçilik iddiasıyla yazdığı romanın adı da Müşahedat’tır…

Osmanlı’da romanın doğuşu ve gelişimi kadının bir insan olarak sahneye çıkışıyla, kadın erkek ilişkisinin aşk ilişkisi zenginliğinde yaşanmasının ipuçlarıyla paralel gitmiştir. İlk roman bunu haber verir. Namık Kemal’in İntibah’ı yenilikle doğan kadın erkek aşkını sorunsal haline getirmiştir.

Fitnat son çığlıklarını atar: “İstemem... vâlideciğim! İstemem... kibarlık istemem... büyüklük istemem. Mal istemem. Devlet istemem... Gönlümün istediğini isterim. Gönlüm şâd olsun da, yiyecek ekmeğim olmasın... Giyecek rubam olmasın... İstemem... İstemem...” (s.149) Özgür olmak isterim, insan olmak isterim çığlığıdır bu… Şemsettin Sâmi’nin sorunu gerçekçi kavrayışında çağının toplumsal düşüncesini bilmesi belirleyicidir. Türkiye’de komünizm kavramına ilişkin ilk doğru tariflerinden birini Şemsettin Sâmi yapmıştır. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı ülkesinde sosyalizm ve komünizm karşılığı “‘İştirak-i Emval ve İyal’, mülk ve kadın ortaklığı kavramı kullanılmıştır. Bunun bazı istisnaları vardır. Bunlardan biri de Taaşşuk-u Talat ve Fitnat’ın yazarı ve sözlükçü Şemsettin Sâmi’nin yazdıklarıdır. ‘Sami Bey’e göre, ‘iştirak-i emval’ tabirinin ‘sosyalizm’ kelimesinin tercümesi gibi kullanılıyor olması, beyazı siyah diye tercüme etmeye benzemektedir’. Şemsettin Sami Bey ‘menfur’ bir eskiçağ mesleği ve mezhebi olan ‘iştirak-i emval ve nisvan’ ile dünya için bir kurtuluş yolu olan sosyalizmi birbirine karıştırmanın büyük bir haksızlık olduğunu söyler:”[4]

Bu uyarıyla da yetinmez sosyalizmi şöyle tarif eder: “Sosyalizm ıstılahı Fransızca bir kelimedir ki cemiyet-i beşer manasına olan sosyete (societe) kelimesinden müştakdır. Unvanından dahi anlaşılır ki sosyalizm cemiyet-i beşerin hüsn-ü idaresiyle refah ve saadetini ve bilâ istisna bütün efrad-ı beşerin hürriyet ve müsavatını ve hiç kimsenin hukuk-u tabiiyyesinin paymâl olmamasıyla hak ve adlin meydana çıkmasını ve nizam-ı tabiiyyeden herkesin mütenaim ve hissemend olmasını arar bir tarîk-i selâmettir...” (s.26) Sosyalizmi eşitlikçi bir kurtuluş yolu olarak açıklayan “Şemsettin Sami Bey’in ‘zihinleri tedhiş eden’ bu yazısından ötürü önce takibata, daha sonra ise avf-ı tacidâriye uğrayarak kurtulmuş olduğunu da” (s.26) not etmekte yarar var.

İlk Köy Romanından Yedi Cümle ile Gerçek

Bize, okullarda, köyün ve köylünün edebiyata girdiği ilk yapıt olarak belletilen Nâbizade Nâzım’ın Karabibik’i şu sözlerle başlar. “Gerçekçilik akımında yazılmış roman okumamışsanız, işte size bir tane ben sunayım.”[5] Genç yaşta ölen asker kökenli Nâbizade’nin yanlışlıkla roman olarak nitelenen uzun öyküsü Karabibik köylüyü olağanüstü gerçekçilikte yazabilmiştir.

Karabibik’ten söz etmişken, test sınavlarında veya televizyon yarışmalarında sık sorulan ve hiç okunmayan bu kitabın hiç olmazsa yedi cümlesini burada okumakta yarar var. Bir çift öküz sahibi olmak isteyen Karabibik’in temel gerçeği iki cümleliktir: “Fakat hayallerinin ufku üzerinde bir karaltı belirdi: Para! Bunun için yirmi mecid olsun gerekliydi.”[6]

Bu karaltıyı aşmak için ne yapmalı? “Tüccar Anderya’ya koşmalı. Fakat Anderya’ya olan borç da çoğaldı.” (s.30)

Aktaracağımız son iki cümle yalnızca Karabibik’in değil, yüz yıldan uzun zamandır emekçi halkımızın temel gerçeklerinden biridir: “Ah, hocalar gibi yazıp okuma bilmemek ne kötü. Mah işte ne kadar borç vardır insan bilmez ki; keşke kızan iken mektebe gitseydi!” (s.32)

Türk halkının 150 yıllık değişmeyen kaderi midir bu? Borçluluktan kurtulamayan bir halk, okumanın en işlevsel yararını borçlarını hesaplayabilmekte görüyor. Bugün de öyle değil mi? Dolar mı, TL mi; bin mi, milyar mı? Taksit mi, kredi kartı mı… Ucu bucağı kaybolmuş bir hesaba mahkûm edilmiş. Bugünün insanı Karabibik kadar şanslı da değil, o, borcunun birebir somut karşılığı bir çift öküzü görebiliyor; ülkenin sırtına yıkılan borçların hangi hırsızın kasasına gittiğini bilmek için de okuma gerekiyor, ama sınıf bilinciyle donanmış bir okuma...

Köy gerçeğini bütün katılığıyla ortaya koyan bir cümle daha; tek gözden ibaret evinde ocakta yanan tezeğin dumanı ortalığı sarmıştır: “Köylüler bu duruma pek alışkındırlar; gözleri bile yaşarmaz.” (s.36) der yazar. Tek cümlede köylü dünyasının tipik yüzünü ortaya seriyor.

Daha doğuşunda, Türk romanı, gerçekçiliğin çekimine kapılmıştır; bu gerçekçilik, natüralist gerçekçiliğin bazı zayıflatıcı öğelerini içerse de dönemin insan ve toplum gerçeğinden derin izler kazımıştır günümüze.

İnsanın kendi gerçeğine sahip çıkması, yakıcı gerçeğinin gereğini yerine getirmesi, “târik-i selamet”i, kurtuluş yolunu bulabilmesi için gerçekçi edebiyata ihtiyacı vardır.

Gerçeğin ve edebiyatın sahibi geleceğin kurucusu olacaktır.


[1] Saltıkov Şçedrin, Büyüklere Masallar, Çeviren: Mazlum Beyhan, Öteki Yayınları, 1997, Ankara, s.281. Bundan sonraki alıntılar parantez içinde sayfa numaralarıyla belirtilecektir.

[2] İsmet Zeki Eyüboğlu, gerçek sözcüğünün “kir/gir –ger (sözverme, ant içme, sav, bağlama, bağlanma, anlaşma, açılma, yayılma, genişleme, ortaya çıkma, uyuşma, birleşme, içeri girme bg. anlamları içeren kök)’den kirçek-girçek/gerçek” geldiğini söylüyor. “(…) gerçek sözcüğünün ağaca, taşa, çizilen, kazılan, belli bir olayı belirlemeye, yansıtmaya, andırmaya yarayan kirtü, kirtük, kertük, kertik ile bağlantılı olduğu, ondan kaynaklandığı görülür.” Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınlar, 1991, İstanbul, s.277.

[3] Şemseddin Sâmi, Taaşşuk-u Tal’at ve Fitnat, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, İstanbul 2005, s.76-77.

[4] Uygur Kocabaşoğlu – Metin Berge, Bolşevik İhtilâli ve Osmanlılar, İletişim Yayınları, 2006, İstanbul, s.26. Sonraki alıntılar parantez içinde sayfa numaralarıyla belirtildi.

[5] Nâbizâde Nâzım, Karabibik, Bordo Siyah Türk Klasikleri, 2003, İstanbul, s.19.

[6] Nâbizâde Nâzım, age, s.30.

B. Sadık Albayrak

18 Mayıs 2021 Salı | 390 Görüntülenme

İlgili Kategori: Eleştiri

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler