İnsancıklar’da İroninin Yeri

İnsancıklar’da İroninin Yeri - B. Sadık Albayrak

Rus gerçekçiliğinin doğuşunda Gogol’ün ve ikinci cildini yaktığı Ölü Canlar’ın öncü bir rolü var. Gogol’ün anlatımında gülmece baş köşeyi tutar. Gülmece, Puşkin’le başlayarak, Gogol’ün öykü, roman ve oyunlarında temel anlatım aracı haline gelir. Feodal Rus toplumunun çelişkileri, bu çelişkilerin üzerinde asalak bir hayat süren yüksek bürokratların ve büyük toprak sahiplerinin sığlıkları, sahtekârlıkları, vurdumduymazlıkları, vicdansızlıkları türünden bir dizi kişiliksizlik belirtisi alayın hedefi haline getirilir. Puşkin’den sonra tek bir roman bırakarak genç yaşta ölen Lermontov ve gençlik döneminde yazdığı Suçlu Kim?’den sonra roman yazmayan, siyasi çalışma ve düşünceleriyle etkili olan Herzen de gülmeceyi anlatım yöntemi olarak kullanmayı sürdürür ve geliştirir. Onların hemen arkasından gelen Dostoyevski’nin ilk romanı İnsancıklar’da o güne kadarki gülmece ağırlıklı edebiyatın ezilen insandaki etkisini buluruz. Dostoyevski, yoksul memur Makar Dyevuşkin tipiyle en büyük korkusu alay edilmek, gülünç duruma düşürülmek olan bir insan tipi çizer.

Makar Dyevuşkin, Gogol’ün Palto’sunu okuyunca öfkelenir. İnsancıklar, Makar ile özveriyle sevdiği Varenka’nın karşılıklı mektuplarından oluşan bir romandır. Makar Palto’da gördüğü kendi gerçekliğinden ürkmüştür, gururu zedelenmiştir, mektubunda şöyle yazar:  “Seninle alay etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar çünkü. Toplum ve aile içindeki yaşamın edebiyata yem oldu; en ince ayrıntısına kadar yazıldı, okundu, alay konusu oldu ve de tenkit edildi! Bundan böyle sokağa çıkamazsın artık: bizleri yürüyüşümüzden fark etmek mümkünmüş o kitabın dediğine bakılırsa... Sona doğru yumuşayıp işi tatlıya bağlasaydı ya en azından.” (s.85)

Dostoyevski, Makar ile Akakiy Akakiyeviç arasındaki akrabalığı burada ortaya koyuyor. Palto’nun zavallı memurunu, bu kez, daha geniş açıdan ve bir aşk öyküsünün kahramanı olarak yazdığını saklamıyor. Makar’ın Palto öyküsünden alınganlığı da, kendi yaşamının trajik halini hissetmesinden kaynaklanıyor ve bu yazdıklarıyla, kitaba eleştirileriyle gerçeklerden kaçmaya çalışıyor.

Yukardaki parçada “alay”, gülmece sorunu İnsancıklar’dan önceki romanlardan farklı bir biçimde karşımıza çıkıyor. İnsancıklar’da, alay, sömürücü ve asalağın çürümüşlüğünü ve aptallığını göstermekten, onunla mücadele etme aracı olmaktan çıkmış, ezilenin, yoksul bir hayata mahkûm edilenin toplumsal yaşam içindeki korkusuna dönüşmüştür. Dostoyevski’nin kahramanı ağzından “alaya” karşı dile getirilen bu acıklı tepki oldukça düşündürücüdür. Feodalizmin yerini hızla kapitalizmin aldığı bir toplumda “kahkahanın zaferi” kimin içindir?

Makar, yalnızca kızmakla yetinmez, öyküyü kendince yeniden kurgular; palto bulunacak Akakiy Akakiyeviç ölmeyecek, generalin yanında çalışmaya başlayacak ve terfi ettirilecek: “Kötülük cezasını görmüş, erdem ise ödüllendirilmiş olacaktı böylece. Ben olsam böyle yapardım. Aksi halde, ne gibi bir olağanüstülük ve hoşa gidecek ne var bu öyküde? Her gün yaşadığımız berbat yaşantımızdan çok değersiz bir örnek. (...) Zararlı bir kitap bu, Varenka; gerçeğe aykırı yönler çok içinde. Gerçekte, böyle bir memurun varlığı düşünülemez çünkü. Hayır, Varenka, bunu şikâyet edeceğim, resmen şikâyet edeceğim!” (s.85-86)

Makar Palto’nun gerçekçiliğinin etkisinden uzun süre kurtulamaz, onunla hesaplaşmayı umutsuzca sürdürür. “Gözleri her zaman ve her yerde üzerimizdedir o şımarık alaycıların. Taşlara tüm ayağımızla mı, yoksa parmak uçlarımızla mı bastığımıza bile ilgi gösterirler... Filanca büronun altıncı derece memurunun ayakkabısından çıplak parmaklarının fırladığını ve dirseklerinin yırtık olduğunu ballandıra ballandıra yazarlar ve bastırırlar. Onun dirseklerinin yırtık oluşu seni neden ilgilendiriyor be adam!” (s.97)

Makar, gerçekçi yazarlara bu kadar atıp tutarken, “madrabaz” Ratazyayef’in yaşamla hiçbir ilgisi olmayan bayağı öykülerini göklere çıkarır. Yoksul insanların okumayla ilişkilerinin kalmadığı ve kültürel bütün ilgi ve ilişkilerinin televizyonla kurulduğu günümüzde, bayağı öykülerin işlevini tv dizileri üstleniyor.

İnsancıklar’da Nesneye Yönelen Alay

İnsancıklar’da övünerek, güvenle başlayıp ağlayarak biten mektuplar okuruz. Dostoyevski, Makar’ın durumunun dayanılmaz yoksulluğunu gösterirken, bunu öznel bir anlatımla yapar. Makar ne kadar görmezden gelmeye çalışsa, üstünü örtmeye uğraşsa da gerçek kendini dayatır, satır aralarından ortaya çıkar. Ancak gerçek ile Makar’ın hayali dünyası arasındaki uyumsuzluk gülmeceden çok acıma uyandırır. Dostoyevski, alayın yaralayıcılığını, hayatın lime lime ettiği bir insancığa yöneltmez. Gülmece duygusu yaratan ender durumlarda, nesneler söz konusudur. Veranka, gizlice aldığı bir kitabı raftaki yerine koyamayışını şöyle anlatır: “Telaşlandım. Ne ki, alçak kitap orada öyle sıkışık duruyormuş ki, onu yerinden çekince diğer kitaplar genişlemişti. Şimdi ise eski arkadaşlarına yer vermiyorlardı. Aralarına sıkıştıracak kadar gücüm yoktu.” (s.40-41)

İroninin etkisizleşmesinin ve çoğunlukla nesnelere yönelik olarak ortaya çıkmasının temel nedenlerinden birinin, Dostoyevski’nin insan yaşamından, insanların çektiği acılardan duyduğu olağanüstü sorumluluk olduğu söylenebilir. Bir anlatım biçimi olarak kullanmaktan kaçındığı alaycılık, iki kız çocuğunun Pokrovski’ye karşı bir eylemi olarak yer alır. Üniversitelinin bunun karşısında ağlayacak kadar etkilendiği düşünülürse, Dostoyevski’nin insanı en çok yaralayacak tutumlardan biri olarak gördüğü alaya neden az yer verdiğini anlayabiliriz.

Alay, Bergson’dan ilhamla, toplumsal açıdan hakim olanın, farklı olanı biçimlendiren, terbiye eden bir tutumu olarak yorumlanırsa, Dostoyevski’nin kahramanlarının bu işin kurbanlarından seçilmesi de, ironinin geriye çekilmesinin bir nedenidir. Herzen’deki veya Gogol’deki alay, bir anlamda, geleceğin dünyasına bilinç düzeyinde de olsa varmış insanların, geçmişe ve çürüyüp gidene yönelttikleri bir aşağılamadır. Dostoyevski ise, İnsancıklar’da, gelecekten onlar kadar emin ve umutlu değildir; bugünün içindeki acıların izini sürer; bu acıların aşılacağı bir gelecek düşü olduğu pek söylenemez. O nedenle alayı insan ruhunu inciten bir duygu olarak görür. Bu görüşün, feodalizmin eleştirisi ile temellenen Puşkin, Gogol, Herzen alaycılığının yerine, alaya bu soğuk yaklaşımın temel belirleyeni, artık kapitalist ilişkilerin yerleşmeye başlaması ve yazarın bunların insan yaşamına getirdiği yıkımı gözleyebilmesidir. Gitmekte olanla gelmekte olanın bu belli belirsiz kavranışı Dostoyevski’yi daha çelişkili ve karmaşık görmeye, iyimser alaycılığın yerini dramatik çatışmaların duygusallığının almasına götürmüştür.


Gogol’ün anlatımında gülmece baş köşeyi tutar.

Gogol, Ölü Canlar’da, ondaki gülmecenin gözyaşlarını gizleyen bir gülmece olduğunu yazıyordu; gözyaşlarıyla karışık bir gülmeceydi, çünkü Gogol, hâlâ, eski toplumun güzel ve insani olduğunu düşündüğü değerlerine üzülüyordu. Gerçekçiliği, bu toplumun çürüyüşünü acımasızlıkla görmesine ve alayın sorgulayıcı eleştirisinden geçirmesine götürürken, tutuculuğu, bu güldürüye belli belirsiz bir ağlatının karışmasını zorluyordu. Dostoyevski’de ise, alayın geri çekilişi ve acımanın ön plana çıkışı, gerileyen feodal toplumun yerine gelen kapitalizmin insanlar üzerindeki tahribatını görebilmesinden kaynaklanıyordu. Dostoyevski de gerçekçiydi ve yeni diye, kapitalizme gözü kapalı umut bağlayamazdı...

İnsancıkları Doğuran Koşullar

Daha önemlisi roman kahramanlarının sınıfsal konumları değişmişti. Edebiyatta, toplumun çürümesinin nedeni olan ilişkilerin sürdürücüsü asalak toprak sahipleri, yüksek bürokratlar ve Gogol’ün Çiçikov türünden burjuvalarının yerini, sistemin kurbanı olanlar; küçük memurlar, terzi kızlar, çaresiz öğretmenler, üniversiteliler alıyordu. Onlara suçlama yönelten bir alay yersiz olurdu; onların haline ağıt yakılırdı olsa olsa...


Herzen’in Suçlu Kim?’i bu savaşın açık bilinciyle yüklüdür. Bir lokma ekmek için verilen ölüm kalım savaşı...

Herzen’in Suçlu Kim? romanı bu geçişin temel halkası olarak okunabilir. Kitapta hedefi belirlenmiş bir alayla birlikte, ezilenlere karşı duyulan yakınlık ve acımanın iç içeliği görülebilir. Roman kişilerinin çizimi ve yaşadıklarının irdelenmesi topluma materyalist bir bakışın ürünüdür. Herzen, romanın adındaki soruyu, insanların yaşamını ve kaderini belirleyen toplumsal ilişkiler, asalak bir sınıfın hakim olduğu feodal toplum biçiminde yanıtlar; suçlu, aşk ilişkisinin biçiminden, uşakların insan sayılmayışına kadar, parlak bir gelecek özlemiyle yetişen Beltov’un düşkırıklığından Krutsiferski’nin edilginlikten sağırlaşan dünyasına uzanan bütün süreçlerde belirleyici olan bu sistemdir.

Dostoyevski, “burada ve şimdi”nin romancısıdır... Zaman ve mekânı okuyucusununkiyle aynı düzlemdedir...

Varenka bir mektubunda şöyle yazar: “Yemin ederim, hem ağlayacağım ve hem de güleceğim geliyor: siz ne iyi bir insansınız, Makar Alekseyeviç!” (s.54) Dostoyevski’nin çelişkili ruhsallıkla yüklü karakteri ağlama ve gülmenin kesintisiz diyalektiğini duyurur. Açıklayamadığı nedenlerin ürünü bu ruhsallık, özgür olamayan bireyin çelişkisidir; hissettiği güzelliklerin elinden kayıp gideceğinin sezgisinin ürünüdür...

Makar Dyevuşkin’i kaçmaya çalıştığı sorular sıkıştırır: “Alıştım artık; ben her şeye alışırım, sessiz ve küçük bir insanım çünkü. Peki, ama, tüm bunların sebebi ne? Kime ne yaptım ben? Kimin rütbesini elinden aldım? Kimi amirlere kötüledim? İkramiye mi istedim? Dolaplar mı çevirdim?... Benimle ilgili olarak tüm bunları düşünmek bile büyük günahtır. Ne iki yüzlülüğüm ve ne de herhangi bir şeye karşı hırsım var. Öyleyse bu başıma gelenler nedir peki?” (s.57) Makar Dyevuşkin bir savaşın içinde yaşadığını kavrayamıyor. Sınıflı toplumun gündelik yaşamı milyonlarca insana bölünmüş milyonlarca cephede durmaksızın süren bir savaş anlamına geliyor. Herzen’in Suçlu Kim?’i bu savaşın açık bilinciyle yüklüdür. Bir lokma ekmek için verilen ölüm kalım savaşı... Suçlu Kim?’den şu parçayı birlikte okuyalım:

“Bu evde yaşam, akla gelebilecek her tür gereksinim için bitmez tükenmez savaşların verilmesi gerektiği bir çile olarak geçti.” (Suçlu Kim? s.48) Herzen, sanki emekçi insanın bugününü anlatıyor. Ülkemizde yaşam, 2020’lere giderken, tam da bu değil mi;  bir lokma ekmek, bir kova kömür için verilen savaşa indirgenmedi mi? “Evet, ihtiyar sonuçta savaştan zafer kazanmış olarak çıktı, yani ne açlıktan öldü, ne de umutsuzluktan şakağına bir kurşun sıktı. Bununla birlikte epey pahalıya malolan bir zafer oldu bu:” (Suçlu Kim? s.48)

Böylesi bir yaşamın insanda yarattığı tahribat korkunçtur: “Yaşam böylesine katı ve değişmez bir cendere içine girdi mi, insanın ruhu kurur, sonsuz bir tedirginlik içinde kıvranıp durdukça kanatlı olduğunu unutur ve hep yere, çamura doğru eğinmekten, gözlerini güneşe, yücelere kaldıramaz olur.” (Suçlu Kim? s.48) Sınıflı toplumda, özel mülkiyetin hakimiyetinde geçen bir yaşam budur işte; insanın kanatlarını koparan ve çamura mahkûm eden bir yaşam... İnsancıkları doğuran böylesi yaşam koşullarıdır.

Varenka bir mektubunda şunları yazıyor: “Çalışarak kendimi sevdiririm. Hatta, huyumu bile değiştirmek için çaba harcarım gerekirse. Yabancıların arasında yaşamak ve başkasının eline bakmak elbette ki kolay değil.” (s.75) Ücretli çalışmanın insana dayattığını açıkça kavrıyor Dostoyevski; işini ve alacağı ücrete bağlı olarak yaşamını sürdürebilmesi için huyunu, kişiliğini de efendisine göre değiştirmek zorunda kalan emekçinin durumunu gösteriyor. İnsancık haline getiren nedenleri sorguluyor.

Şehir bir savaş alanıdır demiştik; Dostoyevski’den uzak plan bir şehir resmi: “(...) aceleyle daireye giderken kentin manzarasına bakıp daldığım olur kimi günler. Böyle anlarda, kentin uyanışına, yükselen dumanlara ve kaynaşıp uğuldamaya baktıkça kendini bir nokta gibi hissediyor insan. Birisi, her şeye soktuğun burnuna bir fiske indirmiştir sanki: ‘Neme gerek!’ diye ezilip büzülerek yola devam edersin. Şu isten kapkara ve kocaman evlerde, apartmanlarda neler olduğuna bir bakalım şimdi. Kendinizi küçümsemekte hakkınız olup olmadığını anlarsınız o zaman. Ne ki, dikkat edin, Varenkacığım, bu yazdıklarımın tümü mecazi anlamlarla yüklüdür. Evet, şu evlere bir göz atalım. İşte, şurada, ancak yoksulluktan ev sayılabilecek rutubetli bir hücrenin dumanlarla kaplı bir köşesinde bir küçük esnaf uyanmış.” (s.132) Bu biçimde uzayıp giden bir kent, evler ve içindeki insanlar anlatımı... Dostoyevski burada nefis bir kurguyla, bir evin ve içinde yaşayanların yoksullukla yüklü hayatından Makar’ın hayatına geçiyor, Gruşkof’un ondan para isteyişini anlatarak, kent tasvirini dramatize ediyor. Anlatıcının da anlattığı manzaraya girişidir bu; ressam resmin bir yerine kendini yerleştiriyor. Tema değişmiyor, yoksulluk, işsizlik, zavallılık ve bütün bunların karşısında birbirinin düşmanı haline gelmiş insanlar. Dayanışma ve ortaklaşma duygusu da ortadan kaldırılmış. Dostoyevski’ye göre herkes kendini düşünüyor; bu bencilliği kıranlarsa, Makar gibiler, kendilerine bile yardımcı olamayacak kadar güçsüzler...

Edebiyatın Epistemolojisi

Gerçekçi Rus romanının doğuşunda satır aralarında edebiyatın gerçeklikle ilişkisi de tartışılıyor. Edebiyatın, özgül olarak romanın, yazarlığın ve okurluğun epistemolojisi diyebileceğimiz sorunlar üzerinde duruyorlar. Dostoyevski de, bu alana Ratazyayef’le uzanıyor; Puşkin, Lermontov ve Herzen’e göre daha dolaylı ve roman kişilerine dayalı olarak bu sorunu gündeme getiriyor. Öbürleri anlatıcı olarak, sözü alıyor ve bu konulardaki görüşlerini açıkça dile getiriyorlardı.

Denebilir ki, İnsancıklar, kendinden önceki önemli yapıtlara bir saygı duruşunda bulunur. Varenka, bütün yoksulluğuna karşın sevdiği gence Puşkin’in bütün eserlerini armağan eder. Makar’a Bielkin’in Hikâyeleri’ni ve Palto’yu okutan da odur. Dostoyevski, bu kitapları kahramanları aracılığıyla tartışmaya açarken, Makar’ın komşusu dolandırıcı yazar Ratazyayef tipiyle de edebiyatın durumunu sorgular. Makar bu konuda şöyle yazar: “Varenka’cığım, edebiyat çok iyi bir şey. Evvelsi gün onların arasındayken öğrendim bunu. Derin ve öğretici! Bir güç veriyor insanın yüreğine. Bununla ilgili olarak başka düşünceler de vardı okudukları kitapta. Bir resme, daha doğrusu, hem bir resme hem de aynaya benziyor edebiyat. İhtiraslar, anlatım, çok ince bir tenkit, yararlı dersler ve belgeler... Onlar arasında kaptım bütün bunları.” (s.65-66) Romanın mektuplara dayanması her şeyi öznel ve göreceli hale getiriyor. Burada da edebiyat konusunda söylenen Makar’ın saf bilincinin ürünü olduğu kadar, Dostoyevski’nin de bir alayını gizliyor. Bu teknik okuru etkin ve dikkatli hale getiriyor. Gerçekliğin de çelişkili niteliğini sürekli hatırlatıyor. Kişiliğin çelişkileri, bilincin olaylar ve konular üzerindeki çelişkili tutumları, söylenenlerin tersinin gerçek çıkması, İnsancıklar’ın bu ortaya koyduklarıyla boyutunun çok ötesinde bir anlam ve değer kazanmasını sağlıyor.

Dostoyevski’nin ilk romanı estetik bir tartışmayı da içeriyor... S.74’te Makar’ın Ratazyayef’i savunması var. “Dostum olduğu için onu savunacağım.” diyor. Çok güzel yazdığını, düşün dolu olduğunu iddia ediyor. Varenka duyarak okumamış veya keyifsiz bir anına denk gelmiş. Sahtekâr yazar Ratazyayef’in tadına varması için Makar’ın bir önerisi var: “Bir kez duyarak ve başınız dinginken, -şöyle, ağzınıza bir şeker atarak- okuyun tüm bunları.” (s.74) Şekerin estetik haz duymaya katkısı olacaktır!

Geçmişteki Altın Çağ Düşü

Dostoyevski’nin bu ilk romanı, Gogol gerçekçiliğinin derin etkisi altındadır, ama ironiye yaklaşımıyla kendinden öncekilerden farklı bir yol izlemiştir.

Dostoyevski şehrin dar ve kapalı mekânlarının romanını yazar, bu, ilk romanında da belirleyicidir. Şehrin dışına çıkabildiği tek yer, Varenka’nın bir çiftlikte geçen çocukluk anılarıdır. Şöyle yazar: “En çok da benim altın çağıma, çocukluğuma ait oluyor bu anılar.” (s.123) Sınıflı toplumda insanın bir tek “altın çağı” vardır; çocukluk... Günümüzde televizyonun saldırısı altında bu biricik “altın çağ”, çocukluk da yitirilmiştir... Şehirde doğa da yok olmuştur ve Varenka’nın çocukluğu köyde, doğayla dopdolu geçmiştir. Anıları pırıl pırıl gölleri, ağaçları, otları anımsatır... “Bunları görünce, tüm bedenini bir sevinç kaplardı insanın. Tanrı’nın bahşettiği bolluk ve bereketin neşesi ve huzuru içindeydi herkes. Herkes, evinde ekmeği olduğunu biliyordu. Çoluk çocuğunun aç kalmayacağından emindi köylü. İşte bu yüzden de, kızların ahenkli şarkılarının, topluca oynanan oyunların ardı arkası kesilmezdi akşamları. (...) Ah, çocukluğumda ne tatlı ve unutulmaz günler yaşadım!” (s.125)

Dostoyevski köyü çizerken Gogol ve Herzen’den kesinlikle ayrılıyor. Nerede Pilyuşkinler, Karaboçalar ve onların iliklerine kadar sömürdükleri köylü? Dostoyevski, Rusya’nın Batıya açılan penceresinde, dolayısıyla kapitalizmin en geliştiği kentte, eski Rusya’nın kırlarında, “refah içinde” bir köylü resmi çiziyor... Batıcılar ile Slavseverler tartışmasının yansıması mı, yoksa köy komününe sarılacak Rus sosyalizminin kırsal düşleri mi? Varenka’nın çocukluğuyla Rusya’nın geçmişi arasında da bir paralellik kurulabilir; İnsancıklar, Büyük Petro modernizasyonuyla başlayan bir sürecin ortaya çıkardığı çelişkilerin insanı boğduğu yoksullaşmayı ve çürümeyi ortaya seriyor. Rusya’nın bir “altın çağ”ına özlemle yüklü olması da düşünülebilir... Ancak Varenka’nın geçmişine bu özlemli dönüşünü, İnsancıklar açısından bu denli abartmak da hiç doğru değil; romanın gerçekçiliği ve yalın kurgusu, Dostoyevski’nin içinde bulunduğu toplumun içyüzünü yoğun bir anlatımla önümüze getirmesine, yüreklerimizi sarsmasına yetiyor.

İnsancıkların Kurtuluşu

“İçim acılarla dolu meleğim. Nazlı olurlar yoksul insanlar, doğa bunu böyle yapmış. Aynı şeyleri eskiden de duyardım. Yoksul ve zavallı bir insan çok titiz olur. Bambaşkadır onun dünya görüşü. Sokakta önünden geçenlere ve yöresine yan yan, ürkek ürkek bakar; acaba, kendinden mi bahsediyorlar diye her konuşulana kulak kabartır. Neden böyle miskin görünür ve neler duyar acaba? Dış görünümü nasıldır? Varenkacığım, şurası kesin ki, bir paçavradan daha değersizdir yoksul bir insan. Ne dersen de; ne yazarsan yaz, hiç kimseden saygı görmezler bunlar. Ne kadar yazarlarsa yazsınlar, yine de yoksul adamı zavallılığından kurtaramazlar şu kâğıt karalayıcılar.” (s.96) Dostoyevski yine gerçekçi yazarlara taş atıyor; yoksul adamın kurtuluşu gerçekliğini ortaya koymakla değil, yoksulluğu ortadan kaldırmakla gerçekleşecek. Yoksulluğa neden olan üretim ilişkileri, kapitalist toplum ortadan kaldırılınca yoksul adam ve zavallılığı da tarihe karışacak. Ama bugün ve 19. yüzyıl Rus gerçekçi yazarları açısından yoksul insanın zavallılığının ortaya konması, insanı bir paçavraya indirgeyen bu düzenin değişmesi için harekete geçilmesine katkıda bulunacak, bilinç ve duyarlılık yaratacaktır.

Edebiyat bu anlamda çok önemlidir, zaten Rusya tarihi de bu öneme tanıklık etmiştir. Sömürü düzenini ve yoksul adamı ortadan kaldırmayı başaran 1917 Ekim Devrimi gerçekçi edebiyatın çok geliştiği bu ülkede ortaya çıkmıştır. Yetmiş yıl sonra kapitalizm yeniden sömürü tezgâhını kursa da ve yoksul insanın modern zavallılığını sokaklara saçsa da, bu edebiyat ve bu tarih bunu kanıtlamıştır bir kere.


Kaynaklar

F.M. Dostoyevski, İnsancıklar, Çeviren: Vedat Gültek, Sosyal Yayınlar, 2000, İstanbul.

A. Herzen, Suçlu Kim? Çeviren: Mazlum Beyhan, Yön Yayınları, 1987, İstanbul.

B. Sadık Albayrak

3 Mayıs 2021 Pazartesi | 357 Görüntülenme

İlgili Kategori: Eleştiri

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir