Yarıda Kalan Kitaplar

Yarıda Kalan Kitaplar - Dr. Ulvi Özdemir

Yarıda Kalan Kitaplar,  Biri Bitmeden Diğerine Başlanan Kitaplar ve Cennetimde Okurken Çekilen Filmden Sahneler

Bazı kitaplar yarım kalıyor. Her zaman sevmediğim için, devam edemediğim için değil, merak duygumu yenememekten, okunmayı bekleyen diğer kitaplara göz atmadan bekleyememekten dolayı da yarıda kalıyor bazı kitaplar. Böylece elimize aldığımız, okumaya başladığımız bir kitabı bitiremeden başka bir kitabı okumaya başlıyoruz.

Bitirilemeyen her kitap kafamızda yer kaplar. Yılların alışkanlığı ya da koşullanmışlığı yüzünden yarıda kalan her kitap için kendimizi suçlu hissederiz. O kitaba, o yazara haksızlık etmişizdir. Bir kitabı yarım bırakmak bir dostu ansızın terk etmek gibi bir basınç yaratır çoğu kez. Kendi adıma yarım bıraktığım bir kitabı başka bir kitapla aldatmışım duygusu yaşarım. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bir gün o yarım kalmış kitaba geri dönüp kendimi affettirmek isterim.

Bir kitabı yarım bırakmanın, bitirememenin başka bir nedeni daha var: O kitabı okumaya ara veririz çünkü okundukça bitecektir! Büyük bir mutluluğun önünüzde mi durmasını istersiniz onu yaşamak için, yoksa o mutluluğu yaşayıp onun anısını hep taşımak mı daha çekicidir? Bu yaşamın büyük çelişkilerinden birisidir. Hapis yata yata, kitap okuya okuya biter. Güzel bir kitabı okuyacak olmanın bilinci, kitap okunduğunda bu mutluluğu yaşayıp bitirmenin acısıyla yer değiştirir. Kuşkusuz yeni ve daha güzel kitaplar hep olacaktır, ama hayatın kendisi gibi gelecek belirsizdir. Bir mutluluğu zamanın doğal akış ritmine kurban etmek istemeyiz; lezzetli bir lokmayı uzun uzun çiğnemek gibi güzel başlayan bir kitabı da ağır ağır okumak isteriz bitmesin diye. Yaşamın kendisi de böyle kıvrandırır çoğu kez; güzel anlar biter, güzel insanlar çeker gider, hayatın kendisi de gonga vurur bir gün.

Sandıkta Unutulmuş Kitap Umudu

Şimdilerde Paul Auster’in 4 3 2 1’i elimde duruyor. O bitmeden Fatih Gürcan’ın Sorularla Avrupa Tarihi’ne başladım (Yeditepe Yayınları, Şubat 2018). Oldukça derli toplu bir kitap. Lise ve üniversite öğrencileri için yazılmış ve bilgilendirici bir kitap. Bu kitabı da bitiremeden İshiguro’nun Beni Asla Bırakma’sına başladım. Sıkıcı başladı ve birden makas değiştiren bir tren gibi farklı bir tema üzerinden harika akmaya başladı roman (Yapı Kredi, 17. Baskı, Mayıs 2018). Mutlaka bitirilecek. Sonra dayanamayıp Thomas Thornton’un Bir İngiliz Tacirin İzlenimleriyle Osmanlı’da Siyaset, Toplum, Din, Yönetim, 1793-1807 başlıklı kitabına başladım. Biraz ondan biraz bundan… Mutlaka bitirilecek. Alice Munro’nun Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik gibi (Can Yayınları 2013) tuhaf bir başlığı olan kitaptan öyküler de araya serpiştirilir. (Raymond Carver hatırlanır bu öyküler okunurken ve neredeyse bu hatırlamanın hatırına bir Raymond Carver kitabına başlamaya ramak kalır. Laf aramızda Carver’in öyküleri daha iyidir der içimden bir ses.) O da yarım kalır. Araya yazılacak makaleler ve diğer kitap çalışmaları girer. Ama bitirilecektir bu kitaplar. (Bitirebilecek miyim? Tabii. Emin misin?)

Bitirilemeyen kitaplar bizi üzer. Bitirilen kitaplar da bittikleri için bizi üzer. Bu çözümsüzlük de bizi ayrıca üzer. Ama güzel günler göreceğimize inandığımız gibi okumaya daha çok zaman ayırabileceğimiz güzel ve uzun günlerin geleceğine de inanırız. İnanmalıyız.

Güzel kitapların okunup bir gün bitmesinin telafisi o kitapları yazan yazarların hep okuduklarınız kadar güzel kitapları yazmaya devam edecek olduğuna ilişkin beklentinizdir çoğunlukla. Bu durumda kitapların bir gün bitecek oluşu gerçeğine karşılık o yazarın diğer kitaplarıyla biraz daha uzayan bir mutluluk süreci var olur. Ama bir gün o yazar da ölür ve yine kaçınılmaz son gelir. (Hayatta olan ve hâlâ üreten bir yazarın eserlerinin peşine takılmak gibisi yoktur). Ölen yazarlarınsa yeni eserlerinin çevrilmesini, bir sandıkta unutulmuş, dergilerde, kıyıda köşede yayınlanmış yazılarının toparlanmasını umarız. Bukowski 1993’te ölünce böyle oldu. Bütün kitapları o öldükten sonra yayınlanmaya başlayınca mutluluğumuz sürdü. Onun bize tanıttığı Fante de kitaplarını art arda ekleyerek epeyce bir süre bizi edebiyat lezzetinin bitimsizliği çizgisinde tuttu. Ama kitaplarıyla o öldükten sonra tanıştığımız yazarların sınırlı sayıdaki eserleri de bir gün biter. Boyalı Kuş’un yazarı Kosinski için de aynı şey oldu. Dostoyevski, Çehov ve birçok başka dev yazar için de bu geçerli. Ölmüş bir yazarın eserlerini okurken bir gün onun eserlerini okurken duyduğumuz mutluluğun biteceği duygusunu üzerimizde taşırız. Ve bir gün biterler de gerçekten. Bütün kitapları çevrilmiş ve okunmuştur. Arada sırada daha önce yayınlanmamış bir öykü, bir şiir ya da bir roman çıkıp gelse de bu bir saman alevi gibi parlayan ve sönen bir mutluluktur.

Yazarlar Kahvesinde Neler Dönüyor?

O yüzden benim cennetimde Bukowski 1028. romanını bize imzalayıp vermelidir. Dostoyevski 12.989. romanını bitirdikten sonra ısrar üzerine yazmaya devam ettiği Budala’nın yeni bölümlerini (sanırım 123. Cilt) yazarken bizim de uğradığımız kafeye gelip bize az önce yazdıklarını yüksek sesle okur. Kıyasıya eleştiririz onu. O sırada kafenin kapısı açılır, serin bir esintiyle Beethoven girer içeriye, kolunda Mozart vardır, birlikte yeni bir senfoni yazmışlardır. Bukowski ile bir kadeh içerek kutlayacaklardır bu yeni senfoniyi. Masaya doğru sakince ilerlerler. İkisi de pek seçilemeyen bir ezgiyi ıslıkla çalmaktadırlar. Yan tarafta Marks, alçak bir sehpada önündeki satranç taşlarına bakmakta ve beyaz fili mi atı mı oynaması gerektiğini hesaplamaktadır. Marks sakalını sıvazlarken bir an sonra filini oynatır ve çoktandır sormak isteyip de soramamış gibi yana dönüp, “Hey Buk, şu bizim sigortacı Kafka’nın yeni şiirini nasıl buldun? Bu seferki epeyce erotikti?” Satrançta rakibi Lenin’dir ve Lenin sanki çok sevdiği satranç taşlarına yeni kavuşmuş gibi hamlesini yapmak için dikkatini alçak sehpaya yöneltir. Çoktandır planladığı hamlesini yapıp sabırsızlıkla Marks’a “hadi sıra sende” diyecekken yanlarında duran ve oyunu başından beri dikkatle izleyen orta boylu, ufak tefek, çenesinin ucunda küçük bir sakalı olan yazarın bir eliyle kırmızı atkısını arkaya doğru savururken, o anda arkası onlara dönük Marks’ı işaret ederek, “Marks atı oynasaydı daha iyi olacaktı. Atağı eksik bıraktı bence,” dediği duyulur fısıltıyla. Arka planda bu gelişme yaşanırken Bukowski sese doğru döner, “Yahu Franz bu sakallı seni çekiştirip duruyor bana hep, ne diyorsun?” Üzerinde İron Maiden yazan siyah bir tişört giymiş Kafka, o sırada bir kadını öpmekte midir, birden utanıp öpüşmeyi yarım mı bırakmıştır, anlaşılamaz, ama utangaç bir ifadesi vardır yüzünde Bukowski’ye döndüğünde ve o başını sese döndürdüğünde Milana’nın yüzü aydınlanır. Kafka tam yanıt verecekken kafenin kapısı tekrar açılır. Hemingway, Beethoven ve Mozart’ın arkasından kapıda görünür, kolunda Çehov vardır, diğer eli siyahi bir kadının omzundadır. Whitney Houston mu bu kadın yoksa? Grup neşeli bir gürültüyle Bukowski’nin masasına yönelir, Hemingway Bukowski’ye Çehov’u işaret ederek “Hey millet nihayet bu ihtiyara bir öykümü beğendirebildim. Bunu kutlamalıyız Çarli,” der. Bukowski “Ne zaman istersen Hem. Seni marizleyeceğimi biliyorsun.” diye yanıtlar. Masadaki bardağındaki son yudumu içer. Hemingway gibi Çehov da gülmektedir. Oyunu bırakmış kendisi gibi Bukowski’ye gülmekte olan Lenin ve Marks ile selamlaşır. “Gogol nerede?” diye sorar ikiliye.  “Paltosu’nu nehrin kenarında unutmuş yine,” diye söylenir. Bara dirseklerini dayamış yanındaki bir kadınla konuşmakta olan uzun beyaz sakallı bir adam kafasını çevirip giren gruba bakarken gülümser. Can Yücel’dir bu. “Bu akşam ölü gibi uyuyor,” der zift gibi bir sesle. İçkisini koyan barmen Robert De Niro da kapıya çevirir bakışlarını. Uzak bir masada Yaşar Kemal eski dostu Orhan Kemal’le sohbetten başını kaldırır. Chopin, genç Basquitat’ın da olduğu Muzaffer Buyrukçu ve Rodin’lerin masasından kalkar kapının hemen yanındaki piyanonun yanına doğru ilerler ve “Hey dostlar, tam da bu an için yeni bir bestem var, dinleyin,” der. Siyahi bir piyanist hemen yanda elinde bir kadeh ve dudaklarında bir sigara olan Bogart’a bakışlarıyla “Ne yapayım?” diye sorar. “Tekrar çalarsın Sam” der Bogart, piyanonun diğer tarafında kendisine bakan siyah saçlı bir kadına kaçamak bir bakış attıktan sonra. Siyahi adam Chopin’e yer verir. Arka planda Bukowski Hemingvay’a sarılır, Fante elleriyle sessiz bir alkışlama hareketi yapmaktadır. Chopin piyanonun başına oturur. Sonra arkada Kafka’ların masasında Thomas Bernhard’ın hemen yanında oturan siyahi bir bayana dönerek “Aretha bana eşlik eder misin?” derken, Can Yücel’in yanında duran kızıl saçlı bir kadının “Hey Quentin, şu senin çılgın müziklerinin sesini kes bakalım biraz,” dediği duyulur, bir tepsiyle yanlarından geçmekte olan bir gence tatlı bir sesle. Quentin, “Tamam Rita,” der gülümseyerek. Barın daha çok arka taraflarına hitap eden çılgın ama hoş müziklerdir bunlar. Tam o sırada Bukowski’nin masasının diğer ucundan “Bir dakika şukitap bağımlısı’ genç nerede?” diye sorar Fante, “Bunları birinin yazması gerek.” Amelia Nothomb ben ona Borges’e yaptığım son ziyareti heyecanlı heyecanlı anlatırken beni dürter, “Hadi Ulvi sana yine iş düştü.” Oysa Muzaffer Buyrukçu da oradadır ve bu anları kaçırmayacağını, uzun uzun yazacağını herkes bilir. Orhan Kemal’e göz kırpar. John Ford, Coen kardeşlerle paylaştığı masada elinde hiç eskimeyen kamerasıyla çoktan bu anı kaydetmiştir bile. En arka masada Kosinski, yeni sevgilisi Marguarite Duras’ın kolunu tutmayı sürdürerek söze karışır, ama kimse dediklerini duymaz. Saçlarını uzatmış ve arkadan toplamıştır bu kez. Her zamankinden neşelidir. Aynı masada oturan Marilyn Monroe, Çehov’u görünce kalkıp kapıya koşar ve Çehov’un yanağına bir öpücük kondurur. Yeni bir ilişki mi başlamaktadır? Shakespeare, bir başka masada, elindeki kalın cildi masaya koyarken ne olup bittiğini anlamaya çalışmaktadır: “Marcel, dostum bence biraz daha kısa cümlelerle yazmalısın.” der unutmadan söylemek zorunda olduğunu sanki vurgulayarak. Yanında “Evet, bence de” diye onaylar Nadine. Susan’ın elini tutmaktadır. Susan, uzaktan Paul Auster’e masalarına gelmesi için işaret etmektedir. Paul Auster Van Gogh’un ve Hikmet Onat’ın masasından kalkıp kalkmamakta tereddüt etmektedir. Chopin’in yeni bestesini daha yakından dinlemek ister ama Susan’ı da kırmak istememektedir. “Hayat böyle seçimler üzerinde şekillenir” diye geçirir içinden. Yazmakta olduğu son romanı için harika bir cümle olacağını anlar. Yanında duran Nâzım’a “Küçük bir kâğıdın var mı?” diye sorar ama Nâzım o an masadaki üstelik kullanılmış bir peçeteye bir şeyler yazmaktadır ve Paul’ü duymaz bile. Yanıbaşında Siri, beyaz dekolte bir elbise giymektedir. Tam hemen yandaki Enis’e dönecekken Enis kırmızı bir çantadan pembe bir kâğıdı mavi bir kalemle birlikte Paul’e uzatmıştır bile. Paul ayağa kalkmışken tekrar oturur. Enis’e “Sağol dostum,” der gibi bakar “Woody, klarnet’in yanında mı?” diye alaycı bir biçimde sorar yanı başlarındaki piyanonun tuşlarına bir sevgiliye dokunur gibi dokunan Chopin, “Sana da birkaç ölçü var,” diye ekler. Woody, Amy’nin hayranlık dolu bakışları içinde biraz da sıkılarak piyanoya doğru ilerler. Hiç ayrılmadığı klarneti elindedir. Bogart’la selamlaşırlar.  “Hadi susalım artık der,” en son Marks arkadan otoriter bir ses tonuyla ve müzik başlar. Bizar neşeli, biraz hüzünlü bir müziktir bu. “Tıpkı hayat gibi,” der biri, müziğin en derin anında ama kimin dediği anlaşılmaz. Bir sır vereyim mi? Ben söyledim bu sözü aslında ama kimse anlamadıysa da önemli değil. Ben yazınca hoşlarına gidecek diye umuyorum.  

Böyle olmalı bizim cennetimiz. Hiçbir kitap yarım kalmamalı. Hepsine zaman bulabilmeli. Bütün kitaplar okunacak, bütün müzikler dinlenecek, bütün filmler izlenecek.

Böyle olmalı bizim cennetimiz.

Kitaplarla dolu günler dilerim.

Dr. Ulvi Özdemir

21 Ekim 2021 Perşembe | 460 Görüntülenme

İlgili Kategori: Kitap Bağımlısı

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir