Okumak: Vazgeçilemeyen Lezzet, Tamamlanamayan Mutluluk, Bitmeyen Eylem

Okumak: Vazgeçilemeyen Lezzet, Tamamlanamayan Mutluluk, Bitmeyen Eylem - Dr. Ulvi Özdemir

2019 yılına okuyacağım kitapların listesini önceden hazırlayarak başladım. Okumak için neredeyse delice bir arzu duyduğum kitapları okuyamadan geçen zaman, bu kez böyle bir çözüme itti beni. 2018’de pek de planlı ve disiplinli bir okuma süreci olmadı benim için. Yeni çıkan kitaplar sık sık araya girdi ve böylece yine en başta okumak istediğim kitaplara sıra gelmedi. Bu kez kararlıyım.

Çehov Aşkı Bitmez

2019’da mutlaka okumak için seçtiğim, öncelik verdiğim kitaplar var. Pek de mütevazı bir liste değil. Ama Bugüne kadar okuyamamaktan dolayı üzüntü duyduğum eserler çoğunlukta. Örneğin Çehov’un toplu eserlerini bu yıl okumaya kararlıyım. (Cem Yayınevi, Mehmet Özgül Çevirisi, 8 Cilt) Aslında Çehov’un öykülerinin belki de %90’ını, hatta hemen hemen tüm tiyatro oyunlarını değişik yayınevlerinin baskılarından okudum, ama tıpkı Bukowski’nin şiirleri gibi yeniden okumak isteği duyduğum eserlerin içinde Çehov’unkiler hep var. Bu yıl belki Suç ve Ceza’yı da tekrar okumak isteyebilirim. Bunu yapabilirsem 3. kez okumuş olacağım. Bir hocamızın yılar önce dediği gibi klasikleri her on yılda bir okumak gerek. Bildik söz: Onlar değişmiyor ama biz değişiyoruz.

Don Kişot,  Vergilius’un Ölümü, Çıplak ve Ölü

Don Quijote (Don Kişot) da bugüne kadar okumak isteyip de okuyamadığım eserlerden biri.  Kütüphanemde 3 değişik yayınevinden baskısı var. Bu eseri okumaya niyet edeli belki de 30 yıl oldu ve artık okunma zamanı geldi. Yine Marcel Proust’un efsane eseri, Kayıp Zamanın İzinde, defalarca okumak için elime aldığım ama “uygun bir zaman” beklentisiyle devam edemediğim bir kitap oldu. Sonra anladım ki öyle bir zaman gelmeyecek. Bu yıl Yapı Kredi Yayınları’nın Delta serisinden çıkmış iki ciltlik (Roza Hakmen çevirisi) baskısını okumaya kararlıyım. Aynı şekilde Ahmet Cemal’in Türkçe’ye çevirmek için ömrünü adadığı ve çeviri süreci ile bile edebiyatımızın benzersiz kazanımlarından biri olmuş, efsanevi roman Broch’un Vergilius’un Ölümü (İthaki Yayınları, 2. Baskı, 2012), bu yıl okuma listemin en önemli kalemlerinden biri. Yıllar Önce okuyup bayıldığım Norman Mailer’in Çıplak Ve Ölü romanını da tekrar okumak istiyorum. Everest Yayınları’nın bu yıl yeniden bastığı kitabı kitapçılarda görünce birden bire bu romanı yeniden okuma isteği oluştu bende. Bana göre Aleksandr Aleksandroviç Bek’in Moskova Önlerinde’sinden sonra (Yordam Yayınları 2018’in sonunda bu unutulmaz romanın yeni bir çevirisini yayınladı) benim okuduğum en iyi savaş romanı Çıplak ve Ölü’dür. 20 yıldan fazla oldu okuyalı ve yeniden okuma zamanı geldi.

Aslında Çıplak ve Ölü’yü okumamı tetikleyen biraz tesadüfi gelişen olaylar oldu. Bunu anlatmak istiyorum çünkü okunacak eserin seçimi ya da kafamızda belirginleşmesi, başka bir deyişle mutlaka okunması gereken bir kitap imgesine dönüşmesi çok farklı, önceden belirlenemeyen ve zincirleme yaşam olaylarının birbirini tetiklemesiyle de olabiliyor. Çıplak ve Ölü 2019 okuma listeme böyle girdi. 2019 Bahar yarıyılında İkinci Dünya Savaşı ile ilgili bir ders anlatıyorum ve her yıl anlatacağım dersle ilgili yeni bir kitap okumaya çalışıyorum. Çoğu kez bildiğim konular çıkıyor karşıma ama bazen de çok değişik bilgilere ulaşabiliyorum ve ders dönemi öncesi bilgilerimi tazelemiş oluyorum.

İlkin Başar Özal: Kısa İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve Taylan Kara

Bu yıl da düzenli kitapçı ziyaretlerimde Kısa İkinci Dünya Savaşı Tarihi başlıklı bir kitap gördüm (İlkin Başar Özal, Timaş Yayınları, İstanbul 2019, 624 sayfa). Bu dönemki dersler için ideal bir seçim gibi geldi bana ve şu ana kadar 200 sayfasını okudum, genç bir Türk bilim adamının kaleminden çıkmış, çok iyi bir eser olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim ve konuyla ilgili herkese de öneririm. Kitabı okurken aklıma İkinci Dünya Savaşı ile ilgili okuduğum savaş romanlarının sahneleri geldi. 1993’te askerlikten döndüğümde Türkçeye çevrilmiş ne kadar savaş romanı varsa okuduğum bir dönemim olmuştu ve Çıplak ve Ölü o dönemde okuyup etkisinden kaldığım bir roman olmuştu. Açıklayamayacağım açlık benzeri duyguyla bir anda Çıplak ve Ölü’yü okuma isteği oluştu ve bu duygu ile başladığım okuma süreçleri beni hep mutlu ettiği için Mailer’in bu eseri 2019 listeme son anda girmiş oldu (Adını vermeyeceğim bir kitabı listemden çıkardım bu durumda). Ama bir kitabı okumak için derin bir tutkunun oluşmasına giden süreç yaşamın kendisi gibi karmaşık olabiliyor. Geçen yıl Taylan Kara’yı keşfettim. Sonra Taylan Kara ile tanıştım. Sonra art arda kitaplarını okurken (Bu arada Vasatlığa Giriş Dersleri, Hayal Yayınları, Ekim 2013, 2019 yılı okuma listemde yerini aldı. Şimdilik sadece karıştırdım ve Taylan Kara’nın her eserinin okunması gerektiğine yönelik düşüncem daha da güçlendi!) Taylan Kara’nın da tıpkı benim de zaman zaman yaptığım gibi beğendiği eserlerden söz ettiği bölümlere rast geldim. Örneğin Stanislaw Lem hakkında söyledikleri hemen bu yazarın bir kitabını internetten sipariş etmeme neden oldu: Gelecekbilim Kongresi (Cem Yayınevi, Ekim 2004). Ancak Taylan Kara bir yazısında ünlü Sovyet yazar Vasili Grossman hakkında bir kitaptan da söz ediyordu (Antony Beevor, Lyuba Vinogradova, Savaşta Bir Yazar Vasili Grossman Kızıl Ordu’yla 1941-1945, Can Yayınları, 2013), İkinci Dünya Savaşı ile ilgili olduğu için okumaya bu kitaptan başladım. İlkin Başar Özal’ın İkinci Dünya Savaşı ile ilgili yukarda sözünü ettiğim kitap da bunun üzerine gelince Çıplak ve Ölü, okuduğum onlarca İkinci Dünya Savaşı romanı arasından öne çıktı ve okuma listeme girmiş oldu.  Taylan Kara ile tanışmasam, İlkin Başar Özal’ın İkinci Dünya Savaşı ile ilgili kitabı çıkmamış olsa Çıplak ve Ölü, okuduğum binlerce kitaptan biri olarak kalacaktı ve belki de bir daha “yeniden okunacak kitaplar” sınıfına giremeyecekti. Böyle tesadüfler de okuyacaklarımızı belirleyebiliyor. Bu arada Savaşta Bir Yazar Vasili Grossman Kızıl Ordu’yla 1941-1945, içeriği ve kurgusuyla bir belgesel tadında ve bana göre Stalin hakkında da “bir şeyler”  söyleyen bir eser.

Diktatörlüğün Sonu Savaştır

İkinci Dünya Savaşı, ülkelerin, diktatörlüklere dönüştüklerinde, gücün bir kişiye verildiğinde, nasıl insan gibi davrandıklarının ve insana özgü hataları nasıl milyonlarca insanın rızası ile yaptıklarının acıklı ve şaşırtıcı bir örneğidir. Birinci Dünya Savaşı da aslında buna benzer bir süreçte, az sayıda aktörün birdenbire delirdiği, saçmaladığı ve milyonlarca insanın hayatını mahvettiği bir olaydır. Benim çıkardığım sonuç, güç bir kişiye verildiğinde, bu güç örneğin bir meclis ya da özgür basın ve yargı gibi kuvvetlerle denetlenmediğinde, bu gücün hiçbir zaman dünyanın ve o ülkenin yararına sonuçlar üretmeyeceğidir. Yani filozof kral olsun, her şeye o karar versin, çok saçma bir fikir. Eninde sonunda bir insanda güç birikmesi ve ülkelerin insan tavırları göstermesi, yani duygusal karar alma süreçleri ile yön bulması, bu gücün gösterilme ihtiyacını doğurur ve bu da savaşlara yol açar. Bu benim için tarihsel bir yasa gibi oldu artık. Yoksa aradan 100 yıl geçmesine rağmen halen daha Birinci Dünya Savaşı’nın neden çıktığına ilişkin kitapların yazılmasına gerek olmazdı. Mantıklı bir neden yok. O dönemin kralları, çarları ve diktatörleri denetleyici ve dengeleyici demokratik mekanizmaların yokluğunda güçlerinin kurbanı olarak akılcı olarak açıklanamayacak kararlar almışlar. Bu bir kaçınılmazlıktır. Dolayısıyla “her diktatör mutlaka savaş yapar, mutlaka gücünü göstermek ister”, bir tarihsel kural olarak aklımızda olmalı. Avrupa ve Dünya iki sıcak bir de soğuk dünya savaşı deneyiminden sonra gücün tek elde toplanmaması doğrusunu hâlâ tam olarak öğrenmiş ve uygulayabilmiş sayılmaz. Özellikle doğu toplumlarının kaderci ve mesihçi anlayışlarını, bir kurtarıcıya düşkünlüğünün etkisini de buna eklemek gerek. Diktatör ve güç yığılması varsa, demokratik karar alma ve denetleme süreçleri ve mekanizmaları yoksa, savaş ve güç gösterisi kaçınılmazdır. Benim okumalarımın sonucu bu.

Engels, Turgenyev ve Bukowski… Eski Dostlar Unutulmaz.

2019 yılında Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ni (İş Bankası Yayınları, Kasım 2018), Turgenyev’in belki de 50 yıldan sonra Türkçe’ye yeniden çevrilen toplu öykülerinin ilk cildini (Gereksiz Bir Adamın Güncesi, Öyküler/Cilt 1, İletişim Yayınları, 2018) de ilk etapta okuyacaklarım arasında sayabilirim.

2019 yılında okuduğum ilk kitap ise İain Levison’un Bir Amelenin Manifestosu adlı kitabı oldu (Manos Yayıncılık Kasım 2017). Bukowski’nin Factotum’undan sonra aynı kulvarda en güçlü kitaplardan biri. Üzerinden konuşulacak bir kitap ve gelecek yazımda söz etmeyi düşünüyorum.

2019 yılında daha nitelikli kitaplarla birlikte olma dileğiyle...

 

Dr. Ulvi Özdemir

20 Mayıs 2021 Perşembe | 434 Görüntülenme

İlgili Kategori: Kitap Bağımlısı

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler