Her Kitap Dünyaya Açılan Bir Kapıdır

Her Kitap Dünyaya Açılan Bir Kapıdır  - Dr. Ulvi Özdemir

“Bütün bu kitapları okudun mu?” ya da “elindekileri bitirdin mi de yeni kitaplar alıp duruyorsun?” Birçok kitapsever ya da kitap biriktiren insan gibi ben de bu ve benzeri soruları hayatım boyunca duymuşumdur. Geçenlerde sosyal medyada okuduğum bir söz hoşuma gitti:“Ben onların hepsini okumak için almıyorum, onlarla birlikte yaşamak hoşuma gidiyor.” Gerçekten de geri kalan ömrümü hep okumakla geçirsem bile okumakla bitiremeyecek kadar çok kitabım var ve yenilerini de almaya devam ediyorum. Hepsini okumak istesem de onları seyretmek, elime alıp karıştırmak ya da onları okuyacağım zamanları düşünmek, düşlemek, hepsi küçük, farklı mutluluklar veriyor bana. Hayatın anlamı biraz da bu küçük mutluluklardır.

İncecik, İpincecik Kitaplar Okumak

2019’a başlarken kalın kitaplar okumak gibi garip bir hedef belirlemiştim. En Başta Proust’u, Kayıp Zamanın İzinde’yi okuyacaktım. Sonra Braudel’in Maddi Uygarlık’ını. Başladım, ama olmadı, yarım kaldılar. Bunlara ek olarak daha önce okuduğum Norman Mailer’in Çıplak ve Ölüsü’nü tekrar okuyacaktım. Ne muhteşem bir romandı. Kütüphanenizde her an tadabileceğiniz böyle lezzetlerin var olduğunu bilmek de tek başına mutluluk verici bir duygu.

Ama hayat planladığınız gibi gitmiyor hiçbir zaman. Bu son aylar düşündüğümün tam tersine ipincecik kitaplar okudum çok sayıda. İyi ki okumuşum. Örneğin İş Bankası Yayınları arasından son çıkan (Nisan 2019) Ateş Yakmak’ı okudum. Jack London’un bu adla iki ayrı öyküsü olduğunu bilmiyordum. Bu adla kitapta yer alan ilk ve uzun olanı benim daha önceki okumalarımdan hatırladığım ve yolcunun donarak öldüğü, kötü sonla biten öykü 1908 yılına aitken daha kısa olup kitapta ikinci sıraya yerleştirilmiş 1902’de yazılmış ilk öykü, yolcunun donma tehlikesi yaşadıktan sonra hayatta kalmayı başardığı bir sonla bitiyor. Bir yazarın aynı temayı, aynı başlıkla iki ayrı zamanda ve biri mutlu diğeri mutsuz iki ayrı sonla bitirecek biçimde işlemesi, edebiyat tarihi için ilginç bir gözlem oldu. Yaşama Azmi, küçük kitaptaki üçüncü öykü ama ilk iki öyküyle benzer bir temaya sahip olması bakımından kitabın bütünlüğüne uymuş. En sonda öykülerin benzerlik ve farklılıklarına ilişkin notların olması da güzel bir tercih.

Edebiyat Eserlerinde Devam Yolları ve Son Tercihleri

Yazarların bir öykü ya da romanı yazarken konudan türe gidiş aşamasındaki seçimlerini nasıl belirledikleri (eser öykü mü, tiyatro mu, roman mı, uzun öykü biçiminde mi işlenecektir?) ya da yazıp sonradan kullanmadıkları, çıkardıkları, düzelttikleri anlatım ve işleyiş tercihlerini hep merak etmişimdir. Örneğin Dostoyevski’nin Cinler romanında yazıp sonradan çıkardığı bir bölümü biz romana ek olarak okuyabilmiştik. Doğrusu Dostoyevski bu bölümün fazlalık olduğuna nasıl karar verdi? O bölüm varken ya da çıkartıldığında romanda ne eksildi ya da hangi fazlalık ortadan kalktı? Bu sorulara yanıt vermek zor. Dostoyevski iyi mi yaptı kötü mü? Bugün Beethoven’in 9. Senfonisinin bir ara bölümü bulunmuş olsa “Beethoven bunu senfonisine koymamakla iyi yapmış,” diyebilir miyiz kolayca? Bana kalırsa arada bir bölümün daha olması daha uzun süren bir keyif olarak sevindirici kabul edilebilir. Uzun, kalın kitaplarda da yazarın devam yolu açısından seçenekleri daha da fazlalaşıyor sanırım. Ama aynı şeyi eserin sonu için söyleyemeyiz. Beethoven’in, 9. Senfoni’sinin bugün dinlediğimiz final bölümü için daha farklı bir bölüm yazmış olduğu ve asıl tercihinin de bugünkü final bölümü olmadığı ortaya çıksaydı sanırım kimse memnun olmazdı.

Bir yazar hikâyesinin sonuna nasıl karar verir? Kuşkusuz eserin başlangıcındaki belirlenimler, eserin zaman, mekân ve insan ilişkileri arasında tutarlılığı ve gerçekçiliği bozmamak adına sonrasını keyfi olmaktan çıkartır, zorunluluklara dönüştürür ama Jack London’un Ateş Yakmak öyküsünün iki versiyonundaki iki farklı son, daha çok yazarın bir tercihi olarak ortaya çıkmış. Ölümlü son (1908)  hiç kuşkusuz daha keskin bir etki bırakıyor ama gerçekçilik boyutu korunmuş olsa da umudu ortadan kaldırıyor. Bence Jack London’un Ateş Yakmak’ın ikinci versiyonundaki anlatım daha iyi. Buna karşılık ilk versiyondaki son, yani öyküdeki yolcunun ölmediği son tercih edilse daha iyi olurdu. Tabii anlatım ve karakterin, olay akışının diyalektiği ile ölümle ya da kurtuluşla biten son arasındaki ilişki üzerine uzun uzun durulabilir. Benzer bir durum Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminde de var. Filmin sonuna doğru filmdeki gencin kuyuda kendini astığı, intihar ettiği bir görüntü var. Bu son umutsuz bir gelecek perspektifi olarak film boyunca beliren akışla çelişmiyor ve izlerken “niye böyle bitirdi sanki” dediğimi hatırlıyorum, ama Nuri Bilge Ceylan bu sahneyi Holywood filmlerinde çok kez gördüğümüz çift finalli bir tercih içinde kullanmış ve asıl devam yolunda kahramanı öldürmemiş. Bu “umutlu” son da filmin başından sonuna kadar olan hikâye akışıyla çelişmiyor. Dolayısıyla edebiyat eserinde de bir filmde ya da tiyatroda da öykü sonlarını belirlemede yazar ve yönetmen tercihi için fırsat var. Kuşkusuz sinema tekniği romana ya da öyküye göre daha büyük kolaylıklar içeriyor. Tiyatroyu da unutmamak gerek, yıllar önce Ankara’da Devlet Tiyatrolarınca sahnelenen Shakespeare’in Hırçın Kız eserinin sonu Shakespeare’in belirttiği biçimde bitmiyordu. Bu da yönetmenin tercihiydi. Elbette Shakespeare, yaşadığı dönemin kadın-erkek ilişkileri düzleminde erkek tarafından yola gelmiş bir kadın portresi çizerken, bu sonun bugünkü modern anlayışa uygun düşmeyeceği açık. Ama tiyatro toplumu aydınlatmada bir araçsa bugün Hırçın Kız Shakespeare’in istediği gibi bitemez. Ben böyle düşünüyorum.

Yine Walter Scott’un ünlü eseri Ivanhoe’nun sonunda roman boyunca yakınlaşan kadın ve erkek birbirlerine kavuşamıyordu ve Walter Scott bu “mutsuz sonu”, “o dönem bu iki farklı sosyal sınıftan insanın evlenmeleri olanaksızdı.” diye açıklıyordu. Kuşkusuz tarihi roman yazarları öykünün geçeceği zaman ve mekânı seçtiklerinde “özgürlüklerini” büyük ölçüde yitirirler. Walter Scott, roman tekniği açısından doğru olanı yapmıştır, ama bugün yeni bir film ya da tiyatro yorumunda sonun böyle olması gerekmiyor. 

Görüldüğü gibi incecik kitapların (Ateş Yakmak sadece 58 sayfa) insanı böyle uzun uzun konuşturması mümkün.

Gençlik

Joseph Conrad, tıpkı Jack London gibi denizlerde, uzak yerlerde maceralarla dolu hayatlar sürmüş biri. Eserlerinde de kendi hayatından izler bulmak mümkün Gençlik (Alakarga Yayıncılık, Haziran 2013) çoktandır okunmayı bekleyen bir uzun öyküydü. Böyle ince kitaplar yolculuklarda, molalarda, artakalan kısa zamanlarda okunabiliyor. Gençlik, adı üstünde bir taraftan gençliğin ataklığını, maceracılığını, gözü pekliğini ve heyecanını bir taraftan da denizin kokusunu, gücünü ve çekiciliğini öne çıkartan bir öykü. Tıpkı Jack London’un eserlerinin birçoğunda da olduğu gibi insanın doğayla mücadelesini, azmini, sabrını, dayanma gücünü, iradesini vurguluyor Conrad bu uzun öyküde.

Muhabirimiz Çanakkale Cephesinden Bildiriyor Ama Aslında Geçmişten Çok Önemli Satır Arası Bilgiler de Veriyor

Muhabirimiz Çanakkale Cephesinden Bildiriyor (Wanda Zembrzuska, Kitap Yayınevi, Mart 2019), bir kadın gazetecinin Ağustos 1915’te İstanbul’u ve Çanakkale cephesini ziyaretini konu alıyor. Böyle varlığını daha önce çok kimsenin bilmediği eserler yayınlandığında insan tarihsel olarak hangi yeni bilgileri edinebilirim diye bakıyor hemen. Yine küçük hacimli bir eser; bir sunuş yazısı ile 8 mektuptan oluşuyor ve sadece 73 sayfa. Ancak küçük hacmine göre yeni bilgiler vermeyi başarıyor.

Bu tür, tarihsel olayın geçtiği anda tutulan günlükler ve yazılan mektuplar, sonradan kaleme alınan ya da aktarılan anılardan farklı bir tarihsel değer içerirler. Çünkü anılar yazıldığı dönemin koşullarına göre oto sansürden geçmiş olabilir. Bu bakımdan genç bir Bulgar gazetecinin (Fransızca, Bulgarca, Romence, Lehçe, Almanca biliyor. Bu dil bilgisi demetine sahip başka birini bilmiyorum!) Çanakkale cephesine ilişkin gözlemleri değerli sayılmalıdır. Bu küçük kitapta 1915 Türkiye gerçeklerine ilişkin yeni ya da pekiştirici bolca bilgi var. Elbette diğer kaynaklardan da doğrulaması yapılması gereken bilgiler. Örneğin trenle geçilen arazilerin işlenmemişliğine ilişkin gözlemleri dönemin üretim ilişkileri ve zayıflığı için önemli bir bilgi. (s.11) Wanda Zembrzuska’ya göre bu tür araziler tüm ülkenin %25’ine denk düşüyor. Bunda erkek nüfusun o tarihte askerde oluşunun payını unutmamak gerek. Ama Wanda Zembrzuska’ya göre bunun nedeni “köylünün fukaralığı ve fevkalade düşük kültürü.” (s.18) Savaş zamanı Sirkeci Garı civarına kadar düşman denizaltıları geliyormuş örneğin. (s.20) Yine Temmuz 1915’te Galata’daki bir yangından ve 4.000 evin yandığından söz ediyor. (s.21) Temmuz 1915 Ramazan ayına denk geliyor ve sokaklarda rastladığı insanların aç ve uykulu olduğunu söylüyor. (s.23) İlginç bir nokta Meclis Başkanı Halil Menteşe’nin Wanda Zembrzuska’ya Birinci Dünya Savaşı’nın “kış başlamadan önce sona ermesi”ni muhtemel gördüğünü söylemesi. Bilindiği gibi hemen hemen bütün Avrupa milletleri bu büyük savaşın Noel gelmeden biteceğini düşünerek savaşa bir pikniğe gider gibi sanki toplumsal bir salgının kurbanı olarak gitmişlerdi (Örneğin bir esir İngiliz Subayla konuşurken “İngiltere’de İstanbul’a kadar ücretsiz bir gezi yapacakları ve en geç bir ay içinde evlerine dönecekleri teminatıyla kandırılmışlar” (s.65) bilgisini aktarıyor Wanda Zembrzuska) ama sonuç öyle olmamıştı. Demek ki Temmuz 1915’te bile üst düzey askeri ve sivil bürokratta savaşın çapının ve süresinin ne olacağına ilişkin gerçekçi bir öngörü yokmuş. (Bu bilgiyi örneğin Amerika’nın o dönem İstanbul Büyükelçisi olan Morgenthau’nun anılarında Talat Paşa ve diğer üst düzey İttihatçılar için de genişletmek mümkün.)

Satır aralarında çok önemli bir bilgi de şu: 1915 Ağustos’unda, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu bölgesinde Ermeni Tehciri sürerken İstanbul’da Ermeni kadınların sosyal faaliyetlerde bulunuyor olmaları. Şöyle diyor Wanda Zembrzuska: “Hatta birkaç gün önce bayram vesilesiyle Rum, Ermeni ve Yahudi kadınların sokaklarda sıhhi işler yararına üzerinde kızıl aylı beyaz çiçek sattıklarını gördüm. Ne ki bütün yapılan bundan ibaret, üstelik bu, görev bilincinden ziyade korkudan yapılıyor.” (s.29)

Bu naif bir gözlem tek başına cümlenin sonundaki ifade ile öne çıkabilirdi, ama o tarihlerde gerçekleşmeye başlanan Ermeni Tehciri ile birlikte düşünüldüğünde bu cümledeki asıl bilgi, İstanbul’daki bir kısım Ermeni vatandaşın takibata uğramadığı, yaşamını sürdürebildiği gerçeği olmaktadır. Bu önemli bir bilgi, çünkü “soykırım” kavramına aykırı. Bu durumun benzeri olarak örneğin Hitler döneminde, Yahudiler Auschwitz’de katledilirken bir kısmının Berlin’de çiçek sattığı gibi bir manzara düşünebilir miyiz? Dolayısıyla Hitler döneminde olanlar soykırımsa -ki öyle- Wanda Zembrzuska’nın aktardıkları bu şablona uymuyor. Elbette 1915 acılarının izini sürerken 100. basamağında “Soykırım” yazan ve insanlığın en utanç verici katliamlarına doğru inen bir cehennem çukurunun 99. basamağına kadar gelip yüzlerce trajik örneğe rastladıktan sonra bir basamak daha inmek için ısrar etmenin anlamı tartışılabilir, ama Wanda Zembrzuska’nın bu gözlemi “teknik olarak” da olsa, ortak acılarımızı ve insanlık utancımızı illa siyasal bir damga ile damgalamak zorunluluğunu tarih alanının dışına itiyor.

Wanda Zembrzuska’nın kitabı incecik kitaplardan büyük gerçeklere ulaşabileceğimizi de gösteriyor.

Son olarak söz edeceğim “ince” kitap da yine bir anı kitabı. Ancak tesadüfen bir sahafta rastlayabileceğiniz, kimsenin ulaşamayacağı “bilimsel” bir makalenin bir dipnotunda bile izini bulamayacağınız bir kitap: Kocaeli Burhaniye Kuvayı Milliye Müfreze Komutanı Rasim Koçal’ın Milli Mücadele Anıları (Yalova Belediyesi ve Halil İnalcık Osmanlı Tarihi Araştırmaları Enstitüsü Yayını, Bursa, Temmuz 2011) Böyle bir enstitünün varlığını da öğrenmiş olduk. İlginç cümlelerden biri:  “… Bu şakadan sonra köye indik. Köyün yarısından fazlasını yaktık.” (s.22) Bağlamından kopmuş kara mizah gibi bir alıntı ama yine de modernizm öncesi ilişkilerin varlığı konusunda önemli bir bilgi bu. Bir diğeri:“Kocadere ahalisini bir eve toplayıp yakmışlardı.” (s.24) 1918-1920 döneminde devletin egemenlik alanının ve otoritesinin Anadolu üzerinden çekildiği dönemde olup bitenler üzerine ilginç gözlemler var bu incecik kitapta. Yine örneğin o dönem kendine “Ne Olursa Olsun Taburu” diye isim veren bir müfrezenin varlığını öğreniyoruz bir yerde. (s.26)

Osmanlı Devrinde Zorbalar

Zorbalar her devirde var. Ahmet Refik’in bu incecik kitabı (Gram Yayınları, 2019) çok yararlı. Bizdeki sağcı, sığ ve bilgisiz Osmanlıcı profesör bozuntuları tarihe bakışta gerçek bir bilimsel yönteme sahip olmadıkları için hamaset ve devlet görevlisi olma yelpazesi içinde “Osmanlı Gerçeği”ne sırt çevirmeyi iş edinmişlerdir. Sadece bir alıntı veriyorum: “Anadolu halkının mühim bir kısmı Osmanlı idaresinden halas olmak (kurtulmak) istiyordu. Çekilen zulüm hakikaten tahammül edilecek gibi değildi. Osmanlı idaresine husumet o derece idi ki, Kara Yazıcı ölür ölmez ‘mezbürun meyitin pareleyüb her paresin bir yere defnetmişler. Ta ki Osmanlı bulub ateşe yakmıyalar’” (Zikredilen ölüyü parçalayıp her parçasını bir yere defnetmişler ki Osmanlı bulup da ateşte yakmasın.-s.13) Nasıl? Farklı bir Osmanlı değil mi? Dönem 3. Mehmet zamanı: “Osmanlı idaresini, Osmanlı vezirlerini Anadolu’da seven yoktu. Zulümlerinden ve tasallutlarından (sataşma, musallat olma) herkes bıkmıştı.” (s.14)

Tarih gerçeklerden korkmayan, gerçekleri kabul etmeye hazır insanlar içindir; masallarsa uyumak isteyenler için.

Dr. Ulvi Özdemir

22 Haziran 2021 Salı | 469 Görüntülenme

İlgili Kategori: Kitap Bağımlısı

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler