Çehov’un Zamanı Aşan Edebi Gücü

Çehov’un Zamanı Aşan Edebi Gücü - Dr. Ulvi Özdemir

Okumanın büyüsüyle tanıştığımdan beri Çehov okurum. Dönüp dönüp yeniden okurum. Dönüp dönüp okunmalıdır da zaten. 2018’de nedense “kalın” kitaplar okuma isteği duyuyorum. Uzun yolculuklara bir özlem midir bilmem. Çehov okumadan okuma lezzeti eksik kalır. Hayata bakışımızı bileyen, pırıl pırıl yapan, edebiyatın, sanatın aslında insanı var eden tek çaba olduğunu bir kez daha gösteren eşsiz eserler arasında sayıyorum Çehov’un öykülerini.

Köpeğiyle Dolaşan Kadın, Otuz yedi Seçme Öykü, (Çeviren: Ergin Altay, İş Bankası Kültür Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, Mayıs 2017, 681 sayfa) Turgenyev’in Avcnın Notları’nı okurken aklımda olan kitapların ilkiydi.

Kitap Çehov’un öykülerinden bir seçki niteliğini taşıyor. Çehov’un 24 yaşındayken (1884) yazdığı ilk öykülerden ölmeden bir yıl öncesine (1903’e) kadar her yıl yazdığı öykülerden birer ikişer tanesi seçkiye alınmış. Kimi uzun, kimi kısa, ama hepsi Çehov’un yetkinliğini vurgulayan öyküler.

Çehov, Turgenyev, Dostoyevski ve diğer büyük Rus yazarları gibi içinde yaşadığı toplumu çok iyi gözlemlemiş. Aslında gözlem gelmiş onu bulmuş. Büyük yazarlar yaşadıkları dönemin büyük yaptığı yazarlardır bir bakıma. Rus yazarlarının yaşarken karşılarına çıkan toplum Rus Devrimi öncesi toplumdur. Geleceği okumak mümkün olamasa bile toplumda biriken enerjiyi görebildikleri için büyük yazar olabildiler. Zaten gerçek her zaman bir eğilimdir. Eğilimse çoğu kez bir birikimdir.

Yazar ya da sanatçı içinde yaşadığı toplumda biriken enerjiyi gözlemleyen ve bunu estetize eden kişidir bir bakıma. Büyük Rus yazarları devrime doğru akıp giden toplumsal dinamikleri görebilmişlerdir.

Çehov’un Mizahındaki Öfke

Okuduğum öykülerin yazarı Çehov, 19. yüzyılın sonuna doğru Rusya’da biriken enerjiyi kelimelere döküyor sadece. Bu öyküleri okuduğumuzda Marksizmin neredeyse Rusya toplumundan bir buğu gibi yükseldiğini, hatta fışkırdığını görebiliyoruz. Böyle olduğunda Kapital niye önce Rusça’ya çevrildi anlamak kolaylaşıyor. Sınıflar arasındaki gerilim, ezilen insanların mutsuzluk olarak beliren tepkileri, alttan alta, belli belirsiz kendini gösteren öfke hemen her öyküde karşımıza çıkıyor. Buna karşılık üst sınıfların vurdumduymazlığına, acımasızlığına hüzünle harmanlanmış bir mizahın eşliğinde tanıklık edebiliyoruz. Çehov’un öykülerindeki mizah, öfkenin bir dışavurumu sanki. Öfke ise bizzat yaşamın eşitsizliğinden, adaletsizliğinden türüyor.

Ben Fransız Devrimi’ni ders konusu olarak anlattığım bir dönemde Çehov okuma talihine eriştim. Bu açıdan Rus Devrimi’nin aslında ikinci bir Fransız Devrimi olduğunu söyleyebilirim. Arada bir tarihsel aşamalandırma yapmaya gerek yok. İlkine Burjuvazinin, ikincisine Proletarya’nın devrimi demek bizi basit bir kategorileştirmeye götürebilir. Her ikisi de basit halk kalabalıklarının devrimidir. Her ikisindeki öfke de aynı acımasız bölüşümün öfkesidir. Birinde Burjuvazi halkın devrimini sahiplenmiş ve öfkeyi doğal uç noktalarına varmaktan alıkoymuştur. İkincisinde Lenin sayesinde devrim en uç noktalarına açılabilmiştir. Bütün bunların Çehov’la ne ilgisi var derseniz, “oku” derim, başka bir şey demem.

Aslında Çehov, toplumdaki öfkeyi yansıtmıyor sadece. Ben yıllardan sonra yeniden Çehov okuduğumda öfkenin gözlemleyicisi ya da toplumdaki öfkeyi dile getiren bir Çehov değil, bizzat kendi “aydın” öfkesini sözcüklerle, yarattığı tiplerle dile getiren ama bunu edebiyatın, estetiğin kuralları içinde yapan bir Çehov gördüm diyebilirim. Üstelik yapay bir halk dalkavukluğu yok Çehov’da. Daha çok Orhan Kemal gibi sevdiği, yanında olduğu halk tabakalarının açısından baksa da dünyaya, “kabahatin çoğu da sende” diyen Nâzım gibi, o da alt tabakayı süslemez, olduğundan daha “iyi huylu” göstermez. Bir yerde şöyle araya giriyor Çehov:

“Mutsuzlar bencil, öfkeli, haksız, serttirler. Birbirlerini ancak aptallar kadar anlayabilirler. Mutsuzluk kişileri birleştireceğine, ayırır. Üzüntünün ortak olduğu durumlarda bile acıya karşı birleşmesi gereken insanlar, olağan durumlarda olduğundan daha çok sertlik ve haksızlık yapar, birbirini hiç anlayamazlar.” (Düşmanlar, s.63)

Ezilen sınıfa tabiri caizse “torpil” yok Çehov’da. Maddi gerçeklik hangi düşünsel, ideolojik insan malzemesini üretmişse, o (kültürel) çerçevede o dil ve o bilinçle var Çehov’un insanları. Bu açıdan Marksizmin okuyanı değil neredeyse yaşayanı hatta üreteni sayabiliriz bana göre Çehov’u. Asilzadeler yani patron sınıfının alt tabakalara karşı yaptıkları yardımları, verdikleri sadakaları kendi çürük vicdanları için tatmin aracı sayarak bilinçsiz yığınları aldattıkları gibi kendilerini de aldatmaları karşısında hep bir beklenmedik tip yerleştiriyor öykülerine Çehov. Öfke yoksa, yeteri kadar öfke yoksa, biz aslında yeni bir düzen istemiyoruz demektir:

“-Ya çalışanlara karşı tutumunuz! Adam yerine koymazsınız, dünyanın en aşağılık, madrabaz insanlarıymış gibi horlarsınız onları.” (Prenses, s.233)

İnsan Yüzüne Yansıyan Kötülük

Çehov, sınıfsal öfkeyi en derin örtülerin altında bile yakalayabiliyor. Ama gerçekçi tutumundan bir santim bile sapmadan. Ezilen insanların hayatta kalmak için nasıl kötücül bir kişilik geliştirdiğini hiç sakınmaksızın belirtiyor ve onları güzel, saygın, sevimli göstermeye çalışmıyor. Yıllar sonra büyük eleştirmen Georg Lukacs’a en iyi malzemeyi verecek cinsten bu tavır “Çukurda” adlı öyküde belirginleşiyor. Bu öyküde köylülere her türlü eziyeti yapan bir bucak başkanı ve yazıcısı şöyle resmediliyor:

“…, bucak başkanlığına gelenlerden birini bile yolmadan ya da hakaret etmeden bırakmamış bucak başkanı ile yazıcısı yan yana oturmuşlardı. İkisi de şişko, koca göbekliydi. Yaptıkları kötülükler görünüşte içlerine öylesine işlemişti ki, yüzlerinin dersinde bile bir tuhaflık, bir yapmacıklık vardı sanki. Yazıcının sıska, şaşı karısı, çocuklarının hepsini takmıştı peşine. Yırtıcı bir kuş gibi yan yan bakıyordu tabaklara. Eline geçen her şeyi kapıp koynuna, çocuklarının ceplerine sokuşturuyordu.” (Çukurda, s.618)

Görülüyor ki Çehov, karakter çirkinliğini insanın bedenine de yansıtmayı tercih etmiş. Biz bugünkü anlayışımızla kişilerin bedensel kusurlarını ruh çirkinliklerine karşı öfkemizin hedefi yapmayı yanlış buluyoruz. Demek ki Çehov da yaşadığın çağın kendi “normali” içinde yazıyor. (Başka türlüsü de olamaz zaten.)  Ama yazıcının karısının da şaşı olduğunu belirtmesi, çirkinliği suçlunun dışında yakınlarına da yansıtmak istemesi, bize suçun kişiselliği ile ilgili evrensel ilkenin bir ihlali izlenimi verse de son cümlede yazıcının karısının bir zengin düğününde yaptığı küçük arsızlıklarda bile bir sınıf öfkesini görmek mümkün. Alt tabakalar devrimci öfkeyi barındırdıkları için meleksi insanlar değildir ve edebiyat eserlerinde böyle de çizilemezler.

Bu öyküde yazıcının “şaşı” karısının tavrı, mülkiyetçi düzenin geniş kitlelerde yaptığı ahlaki yıkımın bir örneği olarak ele alınabilir. Mülkiyetçi düzende en alttakilerin acımasızca ezilmesinin bizzat sorumlusu genelde onlarla temas eden, ezen sınıfın görevlisi olan ama yine alt kesimden bir diğer görevlidir. Kırbacı ya da copu elinde tutan da alt sınıftandır ve kendini kurtarmaktan başka bir ahlaki ilkesi yoktur. Bu Türk edebiyatında çoğunlukla “kâhya” diye bildiğimiz tiptir. İşte bu tip bile sınıfsal öfkenin taşıyıcısıdır aslında. Yazıcının karısının zengin evinden durmadan bir şeyler aşırması böyle bir potansiyeli gösteriyor. Burada soyulan üst sınıftan düğün sahibidir aslında.

Ama bu öyküde önemli şey daha gösteriyor Çehov bize: Sömürücü kesimden olanları ve sömürüyü pratikte uygulayan “kâhya” kesimi birbirlerine benzer hale gelirken her kötülüğün ve haksızlığın küçük bir meşruiyet, haklılık ya da övgü dayanağı olacak bir insan kümesine gereksinim duyması ve bu dayanağın da çoğu zaman aile dediğimiz kurum olması. Yazıcının ahlaksızlığı önce kendi karısı tarafından meşru görülüyor. Her türlü sömürü ilişkisi önce aile kurumu içinde meşruiyet kazanıyor. Bu sadece modern zamanlardan önce değil, modern zamanlarda da böyle. Farklılık yaratan çekirdekteki meşruiyet kümesi değil, bu çekirdeğin etrafındaki halkalar. Modernleştikçe ailenin etrafında akraba çevresi-sülale—aşiret gibi büyüyen halkaların yerine modern/kentsel ilişkilerin getirdiği yeni halkalar geçiyor.

Yalan Dolanla Yaşayanlar

Çehov yaşadığı çağın maddi koşullarında insanın ailesiyle genel olarak birlikte yargılandığı bir ilişkiler ağı resmediyor öykülerinde. Ama Köpeğiyle Dolaşan Kadın, Otuz yedi Seçme Öykü’de ayrıksı örnekler de yok değil. Sıkıcı Bir Öykü’deki Katya örneğin, ailesinin bu küçük “küme(s)”inin içinde kalmayı başaramaz. (s.149-221) Çukurda adlı öyküdeki Varvara da bu küçük aile kümesinin kötülüğe, hırsızlığa meşruiyet sağlayan, onaylayan bir üyesi olmaktan yorgundur ve şöyle der:

“Halka çok eziyet ediyoruz. İçim sızlıyor dostum… Yaptıklarımızı bir bilsen! Atlarımızı mı değiştiriyoruz, bir şey mi satın alıyoruz, işçi mi tutuyoruz… Her yerde aldatıyoruz karşımızdakini. Her yaptığımız baştan aşağı yalan dolan.” (Çukurda, s. 621)

Peki din? Bunca ahlaksızlık ona rağmen nasıl var oluyor? Varvara oğlu Anisim’le konuşurken Anisim’in bu konuda söyledikleri çok ilginç:

“Muhtar da inanmıyor Tanrı’ya, yazıcı da, zangoç da -diye ekledi.- Kiliseye gidiyorlarsa, oruçlarını aksatmıyorlarsa, çevredekilerin onlar için kötü şeyler söylememeleri içindir bu.” (Çukurda, s. 622)

Bu öykü dinin Napolyon’un dediği gibi fakirlerin zenginlere saldırmasını önleyen en önemli güç olduğunu da gösteren örneklerle dolu. Dinsel taassup güçlü bir kabuk, kötülüklerin varlığının en önemli açıklayıcısı, onaylayıcısı durumunda Çehov’un öykülerinde. Din, zorbalık gücü elinden alındığında aklın hafif bir kımıldanışı, bir çocuğun aklıyla korkusuzca sorabileceği bir soru karşısında bile güçsüz aslında. O soruyu aynı öyküde Lipa sorar ölmüş küçük çocuğu kucağında:

“Söyler misin bana dedeciğim, çocuklar niçin acı çekerler ölürken? Büyük biri,  bir köylü ya da bir kadın acı çekerse günahları affoluyor derler. Peki, hiç günahı olmayan bir çocuk niçin acı çekiyor? Niçin?” (Çukurda, s.645)

Soru bugüne kadar anlamlı ve kabul edilebilir biçimde yanıtlanamamış felsefedeki kötülük problemidir. Çehov’un 19. yüzyıl Rusya’sında sömürü düzeninin payandası durumundaki din kurumunu kıyasıya eleştirdiğini görüyoruz. Ama bunu edebiyat biçimi içinde makale yazarak yapmıyor.

Çehov’un Marksistliği

İnsanların her türlü rezilliği ve acımasızlığı, yalanı, yolsuzluğu yaşadığı bu öykünün adının “Çukurda” olması da tesadüf olabilir mi? Yazarlığın sıradan bir meslek olmadığını da gösteriyor bir taraftan Çehov.

Çehov’un Marksistliği, bir yöntem olarak onun toplumu ve tarihi açıklamak için gerçeğe ihtiyaç duyduğumuz ölçüde bize en güçlü reçeteyi ve çözümlemeyi vermesi yüzündendir. Birinin kavramlarla yaptığını diğeri imajlarla yapıyor. Bir bakıma gerçeği ete-kemiğe büründürüyor. Böyle olunca Gorki’nin bir sözü geliyor akla: “Romandaki gerçek, gerçekten daha gerçektir.” Öyleyse edebiyat yapıtını gerçeği vermesiyle yargılayabiliriz. (“İnsan, gerçekleri ve hayatın anlamını araştırmak için yaratılmıştır.”- Bir Sanatçının Öyküsü, s.407) Ama unutmayalım, yukarda da belirttiğim gibi gerçek bir eğilimdir. Eğilim olarak “bu bir yerde patlayacak” diyemiyorsak, bir zaman boyutuna yükleyemiyorsak “bugünü”, gerçek de yoktur orada. Bu patlama insanlardaki öfkenin, huzursuzluğun sonrasıdır. Dolayısıyla sanatçı insanı ezildiği düzen içinde hangi sanrı ya da yanılsama içinde kendini “mutlu” sansa da bulunduğu koşulların yarattığı bir öfke içinde ele almaya mecburdur. Bu öfkenin siyasal bilinç yüklü olmasına gerek yok. Siyaset zaten öfkeleri saptırma ve kullanma sanatıdır Fransız İhtilali’nden beri. Sanatçı bu öfkeyi göremiyorsa bilim kurgu eser yazıyor demektir. Bu açıdan Çehov’un bir öfke deposu olduğunu söyleyebiliriz. Onu Marksizm’e yaklaştıran, aslında daha doğru bir biçimde ifade edersek Marksizmi, Marks’ı okumadan da bulabilecek bir aydın yapan budur:

“Asıl Önemli olan Anna’nın doğum yaparken ölmesi değil, tüm Anna’ların, Mavra’ların, Palageya’ların gün doğuşuyla tarlaya koşup gün batışına dek iki büklüm çalışmaları, insanüstü çabaları yüzünden hasta olmaları, ömürleri boyunca hastalıklı çocuklarının üstüne titremeleri, ölümden ve hastalıktan ödlerinin kopması, sağlıklı bir gün görmemeleri, pislik içinde genç yaşta solmaları, çökmeleridir. Her doğan çocuğunu böyle bir hayatın beklediği, yüzyıllardır milyonlarca insanın hayvandan kötü koşullar altında yaşadığı, bir lokma ekmek için çekmediğinin kalmamasıdır önemli olan. İşin en acıklı yanı, insan olduklarını düşünecek zamanlarının bulunmayışıdır. Açlık, soğuk, acı, binlerce iş, onların da insanı hayvandan ayıran, uğruna yaşadığımız birer ruhları olduğunu düşünmelerini engelliyor.” (Bir Sanatçının Öyküsü, s. 405)

Çehov’u büyük sanatçı yapan bu öfkeyi görmesi ama kendi bilinciyle değil, yarattığı kahramanı, yaşadığı dönemin maddi gerçekliği üzerinde var olan toplumsal bilincinin sınırları içinde konuşturabilmesidir. Yukardaki sözlerin sahibi Lida adındaki bir kadın devamında şöyle diyor:

“Gerçek yaradılışın nedenini bir kez anlayan insanın arayacağı, isteyeceği yalnızca din, bilim ve sanattır.” (Bir Sanatçının Öyküsü, s. 407)

Görüyoruz ki konuşan aracısız Çehov değildir. O zaman ve o mekânda  (19.yüzyılın son çeyreğinde Rusya’da) maddi gerçekliğin (alt yapı ya da temel yapı) sınıf bilinci olarak ürettiği ideolojinin sözcüklere dökülüşü, halkın basit günlük kullanımdaki yoruma yansıyışı Çehov’a da kendini dikte ettirmektedir. Konuşan her ne kadar halkın içinden çıkan aydın bakışlı bir kadın öykü kahramanı (Lida) olsa da kendi toplumsal gerçekliğinin izin verdiği kavramlar ve sözcüklerle kendini ifade edebilmektedir. Burada doğrudan Çehov konuşsaydı cümledeki bilim ve sanatın yanına kuşkusuz “din” gelmezdi.

Çehov’u okuyunca Marksizmin fışkırdığı bir mekânda ve dönemde yaşadığını ve yazma şansına sahip olduğunu görüyoruz. Birçok noktada Marks’ın edebiyattaki izdüşümü büyüklüğüne erişiyor. Bir Sanatçının Öyküsü’ndeki Lida “-İnsanlar çalışmasınlar demek istiyorsunuz! Bu mümkün mü?” sorusuna karşılık verirken ütopik bir dünyadan değil, yaşadıklarından çıkardığı bir gelecek tasarımından şöyle söz ediyor örneğin:

“Elbette, zorunluluklarından bir bölümünü üstünüze alın. Hepimiz birden, köylü, kentli demeden, hepimiz birden insanların mutluluğu için harcanması gereken emeği aramızda paylaşmaya razı olsaydık, her birimizin payına günde iki-üç saatlik bir çalışma düşerdi.” (Bir Sanatçının Öyküsü, s. 407)

Burada sanki Marx konuşuyor gibi hissediyor insan. Lida, Rusya’da 19. yüzyılın öncesinde var olan eşitsizliği, efendi-köle düzeninin acımasızlığını ve bunun yarattığı öfkeyi dile getirirken, öfkenin her zaman, en basit, en donanımsız, düzenin egemen güçlerince en çok ezilen ve en alt tabakalara itilmiş insanın bilincinde bile mutlaka bir “yeni düzen” fikrinin, en azından yaşanılanın saçmalığı karşısında diğer uçta olanı düşünme eğiliminin bir sonucu olarak, yeni  bir yaşam biçiminin belli belirsiz şekillenmiş ham halinin ipuçlarını var edebildiğini, böyle bir düzenin umut edilebileceğini, dolayısıyla umudun öfkeden çıktığını teorize etmemize de izin veriyor. Yalçın (Küçük) Hoca’nın çoğu kez belirttiği öfke ve umut birlikteliğinin tarihsel (ve estetik) zorunluluğunu bize hatırlatıyor Lida (Çehov):

“Düşünün bir kere, fakiriyle, zenginiyle tüm insanlar günde üç saatçik çalışıyor, sonra serbestler. Bedenimizin tutsağı olmamak, daha az çalışmak için insanın yerini alan yeni makineler bulduğumuzu, yaptığımızı, gereksinimlerimizin sayısını düşürdüğümüzü de buna ekleyin. Kendimizle birlikte soğuktan, açlıktan korkmasınlar diye çocuklarımızı güçlendiriyoruz, Anna’lar, Mavra’lar, Palegeya’lar gibi sağlıklarının üzerinde titremiyoruz artık. Hastalıklardan korunmadığımızı, eczanelerimizin, şarap fabrikalarımızın olmadığını düşünün. Ne çok boş zamanımız olurdu! Boş zamanlarımızı hep birlikte bilim ve güzel sanatlara harcardık. Köylülerin bazen el birliğiyle yol yaptıkları gibi, biz de gerçekleri, hayatın anlamını araştırırdık. Gerçeğin kısa zamanda bulunabileceğine inanırdık. İnsanın kişiliğini küçülten yılgınlıktan da, ölüm korkusundan da kurtulurduk.” (Bir Sanatçının Öyküsü, s. 407)

Öyleyse eğer, umudumuz yoksa, yeteri kadar öfke biriktirememişiz demektir. Ve öyleyse ezilen insana bugün bile en büyük vaat günlük çalışma saatlerinin düşürülmesi olmalıdır. Aylık ücretinin yüksek olacağını vaat etmek eski düzende kalacaksın demektir.

Yaşama Doymak

Çehov’un Lida’ya söylettiği cümlelerde ifadesini bulan böyle bir reçetesi varken Sovyet deneyiminin çalışma saatlerinin çok az olacağı yeni bir düzeni ve dolayısıyla yeni insanı yaratamaması, bütün tarihsel şartlar bir tarafa, üzücü sayılmalıdır.

Burada Lida’nın son cümlesine dikkat çekmek isterim. Tıpkı bir yemekten sonra “doydum” diyerek sofradan kalkar gibi insan yaşama doyarak ölüm gerçeğiyle yüzleşmelidir. Bir düzen bu özgürlüğü insana vaat edemiyorsa o düzen “yeni” değildir. Burada Lida çok kısa bir biçimde insanca yaşamanın nasıl insanı ölüm korkusundan alıkoyacağını da belirtiyor. Gerçekten de ancak bu dünyada aradığı özgürlüğü bulamayan insan ölümden korkar. Bu dünyada insana çok çalışmak ve “gün yüzü görememek” dışında hiçbir şey veremeyen düzenlerin insanlara “öbür dünyada” cennet vaat etmelerinin nedeni de budur.

Bir Sanatçının Öyküsü, özellikle dikkatle okunması gereken bir öykü oldu. Başka altı çizilecek cümleler de var:

“İnsana önce okuma yazma değil, kişiliğini geliştirecek özgürlük gereklidir. Okula değil, üniversiteye ihtiyacımız var.” (Bir Sanatçının Öyküsü, s.408)

Bu cümleden İvan İlyiç’in Okulsuz Toplum’una çok az yol var aslında. Okul, bize aydınlanma döneminin bir mirası büyük ölçüde. “İnsanları eğitelim, kafalarındaki örümcekleri, batıl inançları temizleyelim, daha iyi bir dünya kuralım.” Oysa okul kapitalist sistemde artık insanın toplum tarafından biçimlendirildiği kuruma dönüştü. Karanlığın malzemesinin yeniden üretilen yer oldu okullar.  İnsanın kendi kendini biçimlendirdiği kurum olma bakımından “okul” diyemeyeceğimiz üniversiteler de okullaştı çoktandır bu anlamda. Bütünüyle eğitim bir toplum mühendisliği alanı olarak dönüştü. Özgürlük için çıkılan yolda hapishaneler çıktı bir anlamda karşımıza. Bozulma, çürüme yükselişler gibi sınır tanımıyor.

Bozulmanın insandan insana geçen bir bulaşıcı hastalık oluşu üzerine de Çehov’un güçlü gözlemleri var diğer öykülerde.

Çehov’un Köpeğiyle Dolaşan Kadın, Otuz yedi Seçme Öykü’sü Çehov’a çok iyi başlangıç. Yeniden Çehov okumak isteyenler için de öyle.

Bu kasvetli, özgürlükten, yaşamaktan, yaşama sevincinden uzak günlerde sığınacağımız yer yine edebiyat ve sanat olacaktır. İyi ki edebiyat var. İyi ki Çehov gibi yazarlar var.

Dr. Ulvi Özdemir

3 Mayıs 2021 Pazartesi | 410 Görüntülenme

İlgili Kategori: Kitap Bağımlısı

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler