Külliyen Red!

Külliyen Red! - B. Sadık Albayrak

Resim: Haydar Özay

Annelerin ninnilerinden 
           spikerin okuduğu habere kadar, 
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı

                                                                       N.H.

 

YENİDEN geçen yüzyılın başında Tevfik Fikret’in ağır şiirini yazdığı karanlık bir sis’in içine gömülmüş durumdayız. Yirminci yüzyıla girerken İstanbul’u karartan ve İstanbul’da koyulaşan “beyaz karanlık”, istibdat “sahn-i mezalimi”, zulümler meydanı, yirmi birinci yüzyılın yirminci yılına doğru giderken, bugün bütün ülkeye, bütün Ortadoğu’ya, bütün dünyaya dağılmıştır.

FİKRET, sis’i doğuran cehaleti, çeyrek yüzyıl sonra adını Reşat Nuri’nin koyacağı “Yeşil Gece’yi” yaratan tarihi anlamak ve anlatmak için Tarih-i Kadim’i de yazmıştı. Toplumumuzu sömürüyle, savaşlarla, yoksullukla, ümmilikle perişan eden bu köhne tarihi reddediyordu. Çok geçmeden bu reddiyeyi pratiğe geçiren, 1908’de Hürriyet’i ilan eden Jöntürkler ve Cumhuriyet devrimcileri geldiler ve Osmanlı saltanatını yıkıp yeni bir ülke yaratarak sis’i dağıtmayı başardılar. Ama nereye kadar; daha doğuşunda Cumhuriyet kapitalist bir defoyla damgalıydı ve yükselirken çöküşünü içinde taşıyordu.

DAHA Cumhuriyet’in onuncu yılında, kuruluşun romancısı Yakup Kadri bunu görmüş ve şu cümlelerle tarihe not düşmüştü: “İnkılâp daha on yaşında. Fakat, şimdiden, bünyesinde ihtiyar bir bünyenin bütün zaaflarını taşıyor. Bu halin, yalnız benim nazarı dikkatimi celbetmiş olduğunu iddia edemem.” Bu cümlelerin yazıldığı günlerde Yakup Kadri, çöküşe geçen inkılâbı yeniden canlandırmak amacıyla “eski” komünistlerden oluşan bir kadroyla Kadro dergisini çıkarıyordu. Aynı yerde şunları da yazdı: “Demek ki, başlayan bir tarihin tahlilini yapıyoruz. Ve bu tahlili yaparken o anda en müthiş inkıraz unsurlarından birini buluyoruz. Bu, merak ve endişe ile tetkik olunacak bir hadisedir.”

BAŞLANGIÇTA çöküş’ü görmek, büyük sanatçılara özgü bir derin bakışın eseridir.

KADRO’NUN en sert eleştirisini ise Cevap Numara Dört şiirinde Nâzım Hikmet yazmıştır ve tarihe diyalektik materyalist bakışın bütün zenginliğiyle, Cumhuriyetin çöküşe götüren kapitalist niteliğini şiirlerle ortaya koymuştur. Tarih-i Kadim’e asıl zeyl’i, “Çok uzaklardan geliyoruz / çok uzaklardan…” dizeleriyle başlayan Kablettarih şiirinde Nâzım Hikmet yazmıştır da diyebiliriz, Fikret’in eksik bıraktıklarını maddeci tarih felsefesiyle aşmıştır.

NÂZIM HİKMET, çok uzaklardan gelen emekçi sınıfın, büyük insanlığın şiirini yazmıştır. Sosyalist gerçekçi edebiyatın kurucularından biri olmuştur. Onu insana ve topluma gerçekçi yöntemle bakan, aydınlanma, ilerleme, planlama yoluyla insanı ve toplumu geliştirebileceğine inanan ilerici yazar kuşakları izlemiştir. Nâzım Hikmet’le 38 Harp Okulu Davası’nda yargılanan A. Kadir, Sınıf’ın şairi Rıfat Ilgaz, Seslerin Ayak Sesleri’ni duyan Arif Damar, Musa’nın Mapushanesi’nde konaklayan Hasan İzzettin Dinamo, Fakültenin Önü’nde direnen Enver Gökçe, 33 Kurşun’u insanlık mahkemesinde mahkûm eden Ahmet Arif, Kavel’in tarihçisi Hasan Hüseyin ve niceleri izlemiştir.

ÇOK uzaklardan geliyoruz, çok uzaklardan…

NÂZIM HİKMET’İN, yalnızca toplumcu şiirimizin değil, toplumcu hikâye ve romanımızın da kurucusu olduğunu söyleyebiliriz. 1929, Resimli Ay’da Putları Yıkıyoruz! çıkışıyla devrini doldurmuş edebiyatı reddederken Sabahattin Ali’yi tanıtıyor, emekçi çocuğunun hastalık acısını yazan Peyami Safa’yı övüyordu. Cumhuriyet’i çöküşe götüren çelişkilerin en şiddetli hedeflerinden biri Nâzım Hikmet olmuştu, on üç yılını hapishanelerde geçirmek zorunda bırakılmıştı. Hapishanelerde bile öğrenciler buldu, şair, hikâyeci ve romancılar yetiştirdi; Kemal Tahir, Orhan Kemal, ressam Balaban onun tedrisatından geçtiler. Türk edebiyatının gerçekçi ve toplumcu damarını, en gelişkin diyalektik materyalist felsefenin en usta estetikçisi, büyük şair Nâzım Hikmet başlattı ve geliştirdi.

SERMAYE darbeleri en çok gerçekçi edebiyat ve sanata darbe indirdi. 1938 Harp Okulu Davası, Nâzım Hikmet’i hapse kapatmıştı; 1951 Komünist Tevkifatı Kırk Kuşağı şairlerini, tiyatrocuları, operacıları ağır işkencelere uğrattı. Ruhi Su ile Ulvi Uraz ve Kemal Bekir buradadır, Mübeccel Kıray ile Behice Boran, Ahmet Arif ile Enver Gökçe de, Arif Damar, Vedat Türkali, Şükran Kurdakul da işkenceler, hapisler, sürgünlerle yıllarını kaybettiler. 1950’lerin DP diktasının başlangıcı, bizimkilere büyük şiddet ve kin dalgasıyla tarihe yazılmıştır.

KORE dağlarında tabakam kaldı, mapus damlarında özgürlüğüm, diye yazmıştı Enver Gökçe. İkinci Yeni diye adlandıran bireyci küçük burjuva şiiri DP diktasının hapse kapattığı toplumcu şiirin boşluğunda kendine yer buldu. 1960’ların hürriyet ve aydınlanma havasında etkisizleşip gittiler. Bugün olduğu gibi, bas’ü ba’adelmevt için yeni darbeler beklediler.

1950’LERDE, yüz yıllardır susturulmuş köylü çocuklarını ağız ve dile kavuşturan Köy Enstitülerinin yetiştirdiği öğretmenlerin arasından çıkan yazarlar ilk eserlerini verdiler. Edebiyatımız güçlü bir halk damarına kavuşmuş oluyordu. Yazıyı yaşamdaki etkisi ve işleviyle değerlendiren, yeşil gece’yi aydınlatmak için eleştirel ve toplumcu bir bakış açısıyla eserler veren Mahmut Makal’lar, Fakir Baykurt’lar, Mehmet Başaran’lar, Talip Apaydın’lar, Yusuf Ziya Bahadınlı’lar, Dursun Akçam’lar Anadolu gerçeğinin bağrından çıkıp geldiler.

NÂZIM HİKMET şiiri 60’larda tekrar yayınlanmaya başlarken Kırk Kuşağı da yeniden doğuyordu. Bu birikimle buluşan 68 Kuşağı Evet İsyan’la söze başlayıp, kitap adlarıyla, Bir Gün Mutlaka, diyerek, Kuracağız Her Şeyi Yeniden genişliğinde ve derinliğinde bir estetik, politik program ilan ediyordu. Dergilerine Halkın Dostları adını vermişlerdi.

ÇOK uzaklardan geliyoruz, çok uzaklardan, bir gün mutlaka kuracağız her şeyi yeniden…

SERMAYE darbeleri, ilkin sanata ve edebiyata indi. 12 Mart darbesinin hapse kapatmadığı yazar, şair, bilim insanı, sanatçı çok azdır. Ama emekçiye dost, sosyalist bir toplumsal düzene umutla bağlı sanat ve edebiyatımızı yine de engelleyemediler. Daha kinlisi ve dincisiyle geldiler; 12 Eylül’ü yaptılar. Dünyada büyüyen gericilikle eşgüdüm içindeydi; neoliberal sömürü perdesi açılırken, her yerde dinlerin gücü ve hakimiyeti pekiştiriliyordu. Bizdeki en koyusuydu. Kavganın Yüreği’nin şairi Kemal Özer, 12 Eylül günlerinde yazdığı şiir kitabına Araya Giren Görüntüler adını vererek tarihsel iyimserliğini konuşturmuştu, ama bugünden baktığımızda koyulaşan ak karanlık, parantezin ve reklam arasının bizimle kapatılmak istendiğini gösteriyor.

ELBETTE, reddediyoruz. Yeni Gelen’i belirleyen üç kavramdan biridir; red, kurgu ve ütopya peşindeyiz.

SERMAYE darbeleri, reddeden, sermaye sınıfını eleştiren bir sanat ve edebiyatı silmek için geldiler. Eleştiriye düşman bir düzen kurdular. 1978 yılının bir temmuz sabahında eleştirmen Bedrettin Cömert’i üniversiteye giderken kurşunlayarak öldürdüler. 1993 yılında 2 Temmuz akşamında edebiyatımızın sosyalist eleştirmeni Asım Bezirci’yi Sivas’ta, Madımak Oteli’nde onlarca yazar ve sanatçı arkadaşıyla yaktılar.

DARBELERİN temel hedeflerinden birinin toplumcu bir sanat ve edebiyatı yok etmek olduğunu bugünden bakınca daha iyi anlıyoruz. Kırk yıla yaklaşan bir zaman içinde bu yolda epey başarılı olduklarını görebiliyoruz. Sanatı ve edebiyatı piyasalaştırdılar. Yazarı kitap üreticilerine, yazıcıya çevirdiler. Okuru, yalnızca reklam edileni gören ve kendisine pazarlananı alıp okuyan müşteri haline getirdiler. Holding yayınevleri, zincir kitabevleri, ödül kurumları, pazarlama dergileri birbirine geçmiş sermaye ağlarıdır, bu ağa yakalanmadan okur yazar olmak ancak bilinçli ve ortaklaşa mücadeleyle mümkün hale gelmiştir. Bu ağın teşhis ve tedavisi bir Kir Teorisi’ni gerekli kılmıştır.

DÜNYAYI, insanı ve toplumu çürüten, sömürü cehenneminde yaşamaya mahkûm eden tekelleri reddeden bir sanat edebiyat peşindeyiz. 51 Tevkifatı’nda yargılanan ustalarımız, sermaye iddianamelerinin suçlamalarını, “külliyen reddederek” söze başlamışlardı. O davaların yiğit şairi Arif Damar, bütün şiirlerini topladığı kitabına Külliyen Red adını vermişti. Bugün, insanlığı savaş, sömürü, cehalet kıskacında süründüren tekeller düzenini külliyen reddetmeyen bir sanat ve edebiyata hiçbir değer vermediğimizin bilinmesi gerekir. Postmodernizm olarak adlandırılan sermaye güdümlü felsefe, bilim, sanat ve edebiyatı külliyen reddediyoruz.

İNSANI özgürleştirecek, birbirine arkadaş, kardeş, dost ve sevgili kılacak toplumsal kurgu’lar arıyoruz. İpek bir halıya benzeyen toprağın üzerinde yeryüzü cennetleri kuracak ütopyalar yazmak istiyoruz.

ÇOK uzaklardan geliyoruz, çok uzaklardan… Büyük bir karanlık ve unutma çağından çıkarken yeniden ve yeni gelenleriz.

Şairin dediği bahtiyarlarız; gideni ve gelmekte olanı bilmekle yetinmeyip kurmak için yola çıkanlardanız.

MERHABA!

B. Sadık Albayrak

19 Nisan 2021 Pazartesi | 624 Görüntülenme

İlgili Kategori: Editörden

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Sizden Gelenler

Bu birikim, bu duygu, bu umut, bu yazıya döküş harika.. Selamlıyorum
Selahattin Birsan | 19 Nisan 2021 Pazartesi

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir