Baumgarten’le Ve Lessing’le Başlayan Yeni Estetik Bir Bilim Midir?

Baumgarten’le Ve Lessing’le Başlayan Yeni Estetik Bir Bilim Midir? - Afşar Timuçin

Bizi Platon’dan kalma Güzel İdeası’nın egemenliğinden kurtaranlar XVIII. yüzyıl sonlarında ve XIX. yüzyıl başlarında yaşamış olan alman yazarları oldu. Bu değişimi gerçekleştirenler niçin örneğin fransız yazarları ya da ingiliz yazarları değil de alman yazarları oldu diye sorulabilir. Bu çok haklı çok önemli bir sorudur. Ne var ki şimdi burada konumuz o değildir, onu bir başka yazıda ele alabiliriz. Platon’dan kalma Güzel İdeası’ndan kurtulmak sözü de yanlış anlaşılmamalıdır. Böyle bir yanlış anlama bizi felsefe bilincinden yoksun bazı kişilerin kendilerini düşürdüğü duruma düşmüş gösterebilir. Nedir o durum: felsefe üzerinden kaba siyaset yapmak. Descartes düşmanlığına ya da Auguste Comte düşmanlığına davranan birileri bizi de Platon düşmanlığına yönelmiş gibi görebilirler ya da göstermek isteyebilirler. Tarihin uçsuz bucaksız dönüşümler dizisinde bir fikrin yerini bir başka fikre bırakması bir iyilik bir sağlık belirtisidir ve ne eskiyi küçültür ne de yeniyi mutlak doğru diye belirlememizi gerektirir. Mutlak görünen doğruların mutlak olmadıkları bir zaman sonra görülecektir. Yaşam biçimleri değişirken, yaşamda her şey değişirken Platon’un İyi’si Doğru’su Güzel’i dokunulmaz mı kalacaktı?

Yaşam birden ya da yavaş yavaş bir başka temele oturup değerler köklü bir değişime uğrayınca ve buna göre estetiğin ayakları yere basınca birileri işin bir İdea sorunu olmadığını, bir somut yaşam gerçeği olarak bir zaman ve uzam dengesi sorunu olduğunu gördüler. Bu bir devrimdi. Bunu görenlerin başında alman yazarı (alman yazar değil) Alexander Gottlieb Baumgarten vardır. Baumgarten 1714 doğumludur, Frankfurt an der Oder’de profesör olmuştur. 1762’de Frankfurt an der Oder’de ölmüştür. Bu öngörülü felsefe adamı doğal olarak Leibniz-Wolff felsefe geleneğine yani ülkesinin felsefe geleneğine bağlıdır. Baumgarten estetiği ilginç bir biçimde duyu bilgilerinin bilimi diye tanımlamıştır. O üst düzey bilgiler alanı diye belirlediği anlığın alanını ya da mantığın alanını alt düzey bilgiler alanı saydığı duyuların alanından ayırıyordu. Estetik bu duyulur düzeyle ilgiliydi. Baumgarten mantıkta olduğu gibi estetikte de bir yasalar düzeni olması gerektiğini düşündü.

Evet Baumgarten estetiği bir bilim alanı olarak belirler ve onu mantığın küçük kızkardeşi diye nitelendirir. Estetiğin amacı hep aynı kaldı, Platon’dan bugüne hiç değişmedi: güzelin ne olduğunu ne olmadığını belirlemek. Ancak Baumgarten’le güzelin anlamı değişiyordu. Estetikte geçerli olan bilgi aşağı alanın bilgisi olduğuna göre olumsal olmalıdır: duyu bilgileri tümüyle olumsaldır. Böyle bir bilgi mutlak bilgi diye nitelendirilebilir mi? Nitelendirilemez. Ancak bu bilginin evrensel bilgi olamayacağını söylemek olası değildir. Baumgarten’i gözümüzde önemli kılan estetikte bir evrensel geçerlilik bulmuş olmasıdır, estetiği bir bilimsel bilgi alanı olarak değerlendirmiş olmasıdır. O dönemde özellikle estetik bir bilimdir diyebilmek kolay bir şey değildir.

Bugün estetiği göğsümüzü gere gere bilim diye nitelendirebiliyor muyuz? Bazıları Baumgarten gibi yürekli davranarak estetik bir bilimdir diyebiliyor. Bazıları da en azından onun bir bilim olmasa bile bilimsel yönelimli bir bilgi alanı olduğunu söyleyebiliyor. Neden derseniz estetik eski yöntemlerini kullanmıyor artık. Bu arada durmadan yöntem geliştiriyor. Eskiden o felsefede kullanılan ussal yöntemleri kullanırdı ya da düpedüz metafizik düzeyinde bilgi üretirdi. Bugün tablo tümüyle değişmiştir. Estetik artık doğrudan doğruya somut verilerle iş görüyor, bu yüzden ona hiç çekinmeden laboratuar estetiği diyebiliyoruz. Laboratuar neresi mi diyorsunuz? Laboratuar sanat dünyasının bütününde yaygındır: müzeler anıtlar romanlar şiirler yani daha doğrusu sanatla ilgili her ürün, sanat yapıtı diye adlandırdığımız her şey bu laboratuarların gereçleridir. Demek ki bundan böyle güzeli olmadığı yerde değil de olduğu yerde bulup çıkarmalıyız ve değerlendirmeliyiz. Demek ki güzel artık bir fikir değil bir gerçekliktir.

Özellikle doğa bilimlerine bakıp ondaki özellikleri insan bilimlerinde de bulmak isteyenler yanılıyorlar. Doğa bilimleri insan bilimlerine göre daha kesinliklidir, onlar daha kesin bilgiler ortaya koyar. Ancak bu kesinlik sonsuza kadar sürecek bir kesinlik değildir. Yani bu kesinlik mutlak değildir. Doğa bilimleri mi insan bilimleri mi kesinliklidir derseniz elbette doğa bilimleri daha kesinliklidir. Bu durum bilimsel bakış açısının uzağında yaşayan kişilere şu görüşü rahatça esinleyebilir: doğa bilimlerinde bilgi sağlamdır oysa insan bilimlerinde bilgi sallantılıdır. Bir doğaya bir de insan dünyasına bakalım. Doğada çok sıkı gibi görünen bir belirlenim düzeni vardır. İnsan dünyası olumsallıkları bol bir dünyadır yani daha geniş bir dünyadır. İnsanların dünyası yere ve zamana göre büyük değişiklikler gösterebiliyor. Pekiyi bu değişiklikler var diye toplumbilim araştırmalarını bırakalım mı? Belki de bu kaygan görünümü bilimsellik adına bir zenginlik diye görmeliyiz. Şu son derece değişken insan dünyasında ruhbilimcilerin değişmezleri ya da kalıcıları saptamak için ne terler döktüğünü düşünebiliyor muyuz?

Estetik bir bilimdir demekle iş bitmiyor, onu sağlam bir temele oturtmak da gerekiyor. Baumgarten estetiğin bir bilim olduğunu söyledi. Onu bir duyu bilimi olarak, duyumsal kaynaklı bir bilim olarak gösterdi ve bununla yetindi. Estetik bir bilimse Güzel İdeası’nın yerine başka bir şey koymak gerekiyordu. Neydi estetiği bilimsel kılan ya da kılacak olan? Estetiğin bilimselliğini belirleyen, onun bilimselliğinin koşullarını bize gösteren bir başka alman yazarı Silezyalı Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781) oldu. Lessing sevilen bir oyun yazarıydı. Bütün alman yazarlarının başlıca kaygısı onda da vardı: alman edebiyatını yabancı etkisinden kurtarmak. Gene de Lessing Shakespeare’in tek edebiyat dehası olduğuna inanıyordu. Onun 1756’da Berlin’de yayımladığı Laokoon doğrudan doğruya bir çağdaş estetiğe giriş kitabıdır. Kitabın özgün adı Laokoon oder über die Grenzen der Malerei und Poesie’dir (Laokoon ya da resim ve şiirin sınırları üzerine). Lessing bu yapıtında bize Güzel İdeası’nın yerine şu iki kavramı koyabileceğimizi bildirdi: zaman ve uzam. Estetiğin göklerden yere inmesi böyle oldu. Sanatlar üzerine birçok önemli görüşler ortaya koyduğu bu kitabında Lessing bugünkü bakış açılarımıza pek uyar olmayan görüşler de öne sürer. Sanatları bugünkü anlayışımıza uymayacak biçimde zaman sanatları ve uzam sanatları diye ikiye ayırır. Oysa biz bugün görüyoruz ki bazı sanatların zamansal özellikleri bazılarının da uzamsal özellikleri ağır bassa da bütün sanatlar hem zaman hem uzam sanatlarıdır. Kant’ın bilgikuramı bu açıdan bizim için çok aydınlatıcı oldu: zaman’la uzam’ın iç duyumun ve dış duyumun a priori biçimleri olduğunu Kant’dan öğrendik. Bu bize uzam algısından bağımsız bir zaman algısının olamayacağını, zaman algısından bağımsız bir uzam algısının da olamayacağını duyurdu. Resim sanatını uzam kavramına ve şiir sanatını zaman kavramına bağlayıp çıkamazdık. Ama ne olursa olsun bu durum Lessing’in çağdaş estetiğin kurucusu olduğu gerçeğini değiştirmez.

“Laokoon” nereden geliyor? Laokoon truvalı bir kahramandır, aynı zamanda bir Apollon rahibidir. Truvalı Agenor’un oğludur. Laokoon tahta atın Truva’ya sokulmamasını önermişti. Athena bu davranışından ötürü onu cezalandırdı. Laokoon’un bir suçu da verdiği sözden dönmesi oldu: evlenmeyeceğine ve çocuk sahibi olmayacağına söz vermişti. Tanrıçanın gönderdiği iki dev yılan Laokoon’u ve iki oğlunu boğarak öldürdü. Vergilius Aeneis adlı yapıtında bu konuyu işlemiştir. Vatikan sarayında korunan ve M.Ö.II. yüzyıl dolaylarında yapıldığı sanılan bir yontu grubu dev gibi iki deniz yılanının Laokoon’u ve oğullarını boğuşunu tanıtlar. Rodos adasından üç yontucunun, Agesandros’un Polydoros’un Athanodoros’un ürünü olan bu yapıt yontu sanatının önemli örneklerinden biridir. Lessing’in bakış açısından bu yapıt bir uzam sanatı olan yontuda acının yüzde ve davranışlarda durağan bir biçimde belirginleştiğini gösterir.

Lessing Laokoon’un önsözünde en başta sanatsal etkinliğin üç kutuplu bir etkinlik olduğunu duyurur. Bu kutuplardan biri Sanatsever, öbürü Filozof, üçüncüsü Sanatyargılayıcısı’dır. İnce duyguların insanı olan Sanatsever, biz ona izleyici de diyebiliriz, iki sanatı yani resmi ve şiiri karşılaştırıyor, her ikisinden benzer bir etki alıyor. Lessing böylece iki sanatı birbirinden ayırırken gene de onların birbirinden uzak olmadığını duyuruyor. Sanatsever yapıtın görünüşlerini gerçeklik gibi alıyor, bu görünüş aldatıcı da olsa o bundan hoşnut oluyor. Filozofa gelince, o hoşlanmanın derinine iniyor. Filozof o indiği derinde her iki sanatın aynı kaynaktan geldiğini görüyor. Sanatyargılayıcısı evrensel kuralların değeri ve yaygınlığı üzerine düşünüyor, bazı kuralların resimde bazı kuralların şiirde etkin olduğunu görüyor. Gerçekte Lessing bu iki sanatı apayrı sanatlar olarak görse de onların birlikte aynı etkiyi yaptığını belirterek gene de onları birbirinden ayırmıyor.

Lessing’in Laokoon’undan aldığımız şu satırlar en azından değişimin özünü bize duyururken tarihsel bir önem taşıyor:

            “Konuyu temelinden ele almayı denemek istiyorum. Şöyle düşünüyorum: resim sanatının öykünmelerinde şiir sanatından tümüyle başka araçları ya da işaretleri kullandığı doğruysa, resim sanatı uzamdaki biçimleri ve renkleri, şiir sanatı zamanda birbirine bağlanan sesleri kullanıyorsa, işaretlerin tartışmasız belirtilenle uygun bir bağı olması zorunluysa, yanyana konulmuş işaretler yalnızca yanyana varolan nesneleri ya da onların yanyana varolan parçalarını, ardarda gelen işaretlerse yalnızca ardarda gelen nesneleri ya da onların ardarda gelen parçalarını anlatabilirler. Yanyana varolan nesnelere ya da onların yanyana varolan parçalarına cisim denir. Dolayısıyla cisimler belli özellikleriyle resim sanatına özgü nesnelerdir. Ardarda gelen nesneler ya da onların ardarda gelen parçaları genel olarak eylemdir dolayısıyla eylemler şiir sanatına özgü nesnelerdir.

Ama bütün cisimler yalnızca uzayda varolmaz zamanda da varolurlar. Cisimler varlıklarını sürdürürler, varolma süresinin her anında başka görünebilirler ve başka biçimde bağlanabilirler birbirlerine. Bu anlık görünüşlerin ve bağlantıların herbiri kendinden önce gelen bir eylemin etkisiyle olur, bunların herbiri sonraki bir eylemin nedeni ve buna göre, deyim yerindeyse, bir eylemin en önemli ögesi olabilir. Dolayısıyla resim sanatı da eylemleri öykünebilir ama onları yalnızca cisimlerle duyurarak öykünebilir. Öte yandan eylemler kendiliğinden oluşmazlar, ama bunlar belli özlere bağlıdırlar. Bu özler de cisimler olduğuna göre ya da cisim olarak düşünüldüğüne göre şiir sanatı da cisimleri canlandırır ama onları eylemlerle duyurarak canlandırır. Resim sanatı çeşitliliğin birlikte varolduğu bileşimlerinde eylemin yalnızca tek bir anını kullanabilir. Böylece bu andan önce geleni ve ondan sonra geleni en kavranabilir duruma getirebilmek için en çarpıcı anı seçmek zorundadır. Şiir sanatı da zamansal olarak gelişen öykünmelerinde cismin yalnızca tek bir özelliğini kullanabilir. Bu durumda şiir sanatına cisim gereklidir. Bu açıdan şiir sanatı cismin en duyusal imgesini uyandıracak özelliğini seçmek zorundadır. (..)Şu sonuca ulaştım: zamanda ardarda geliş şairin alanını oluşturur, uzay da ressamın alanını.

Laokoon’la ilgilenen başka yazarlar da oldu. Örneğin Winckelmann Gedanken über die Nachahmung der griechischen Werke in der Malerei und Bildhauerkunst (Resim ve yontu sanatında yunan yapıtlarının öykünülmesi) [1755] adlı yapıtında Laokoon’un üzerinde durur. Ona göre Laokoon’un acısı yüzünde ve bedeninde bütün ağırlığıyla duyulmaktadır. Bu acıya sessizce katlanma deneyidir. Laokoon’un tepkisi Vergilius’da olduğu gibi bir çığlık atmak olmamıştır, yalnızca belli belirsiz bir inlemedir. Winckelmann’a göre bedenin acısı ve ruhun büyüklüğü bütün bir bedene dengeli biçimde dağıtılmıştır. Laokoon’un çektiği acı Sophokles’in Philoktetes’inde gördüğümüz acıyı andırır. Goethe de Schriften zur Kunst’unda (Sanat yazıları) Laokoon’da en çok ilgimizi çeken şeyin an’ın saptanması olduğunu öne sürer. Goethe’ye göre bu yapıtta çaba ve katlanma tek bir anda dondurulmuştur. Ona göre Laokoon yorumundan ötürü Vergilius’a ve şiir sanatına yüklenmek yanlış olur.

Demek ki günümüz estetiği artık yalnızca uzam-zaman estetiğidir, onun bilimsel değeri de buradan gelir. Estetik bir bilimdir demekte biraz sakınık kalsak bile estetik bilimsel yönelimli bir bilgi alanı demekte sakınca görmüyoruz. Bugünün estetikçileri kendilerini baştan sona sanat araştırmacısı kılan çabalarını, somuta ya da yapıta yönelme çabalarını sürdürüyorlar. Onlar artık felsefenin yöntemlerini kullanmıyorlar, estetik yapıyoruz diye oturdukları yerden sanat felsefesi yapmak gibi bir kolaylığa da düşmüyorlar. Bunu söylediğimiz için sanat felsefesini hafife aldığımız düşünülmesin. Çünkü çoktandır sanat felsefesi estetik değildir ve estetik de sanat felsefesi değildir. Ayrıca estetiğin tümüyle felsefeden koptuğunu düşünmeyelim. Felsefi düşünceden kopan her bilim ya da her bilgi alanı ne olursa olsun kendini tekniğe indirgemiş olur. Dünyaya ve kendi alanına filozofça bakmayan her bilim adamı gördüğünü eksik görecektir. Bugün bile felsefeyle estetiği birbirine karıştıranlar varsa, ki vardır hem de çoktur, bu onların ne yaptıklarını bilemeyecek kadar konuya yabancı olduklarını gösterir.

Afşar Timuçin

20 Nisan 2021 Salı | 390 Görüntülenme

İlgili Kategori: Deneme

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir