Tarihin İtibarsızlaşan Mağdurları

Tarihin İtibarsızlaşan Mağdurları - Ahmet Arslan

 “Tüm tarih aslında seçkinlerin ve onları izleyenlerin bir ürünüdür.” 
-M. Sheler-

 “Tarihin şaşmaz yargısı” ya da “bellek yanılır, tarih yanılmaz!” Bu iki görüş de toplumca algılandığı biçiminde değildir; yani sanallığına, sahteliğine ilişkin; kısmen doğruluk taşıyor olmasına karşın. Tıpkı günümüzdeki yaşanılan kirlenmiş algı ve bilgiler türünden.

Diyelim ki, dipsiz zamanın kuyusunda tarihi, bir akarsuya benzetelim; arada bir derinden derine “geri”ye doğru kavis çizip, ama çokluk “ileri”ye, yani yokuş aşağı akan bir akarsuya. İçindeyiz hepimiz; köle, özgür, emekçi ve elitler olarak. Bir sandal, bir yelken düşünün, akarsuda yüzen… Üzülerek belirtelim ki, pusulasını yitiren bu dünyanın “tacirlere, yani rantçılara hizmet etmekle yükümlü bir kültür” döngüsüne ilişkin “geçmiş”i, bugünün koşul ve ortamı içinde değerlendirmek-yorumlamak; bilemiyorum ya, tarihin “bubi tuzakları” denilen yanılgıları içine bizi de sürükleyip, en azından toplumu derinden derine, etkileyecek sinsice oluşan o tür yanlışlığın çoğalıp, temel atmasına bir nebze de olsa katkıda bulunmak değil midir acaba? Suçsuz kurbanların, yani suçlu yağmacıların kök saldığı bir çağda kimin gerçek, kimin sanal kahraman olduğunu nasıl, neye göre saptayacağız; ölçümüz nedir en azından; aslolan, tarih denilen sürecin temel omurgası, “arka sokak” nesnelliğiyle gözler önüne serilmesi gerekirken.

Eşitsizliğin daha da derinleştiği bir dünyada, elbet insanoğlunun göstermelik de olsa başlıca temel amacı bu ortama yol açan neden ve sonuçları, koşulları içinde hakkaniyeti, adaleti ve nesnelliği yaşayabilir kılmaktır. Yani bu tür yaşamı ilke edinenlerin hakim olduğu bir toplumda, tarih de elbet “bubi tuzak”larından arınmış biçimde gerçek ayakları üzerindeki dosdoğru bir düzlemde okunulup, kavranılması, yani algılanması sağlanacak. İşte o zaman “itibar”ları söz yerindeyse bir bakıma gasp edilmiş tarihi kişilerin hakkaniyet ölçüsüne ilişkin gerçek değerleri bilinmiş olacaktır böylece.

Tarihte, “itibar”sızlaşanların başında Aristarkhos, Herakleides, Emplodeks, Plutarkhos, A.R. Wallece, Spinoza, Tesla… gibileri gelir sanıyorum. Bilim ve tarihi kişilikli bu örnekleri daha da çoğaltmak olası. Doğrudur, bugünkü dünya, “Kopernik - Galilei” dendi mi hemen hemen herkes bilir; birini “Kopernikus devrimi,” diğeriniyse bilimin “özgürlük savaşçısı” diye ayakta alkışlar çokluk! Oysa yeryüzünün Güneşe ve Aya olan uzaklığına ilişkin yaptığı geometrik ölçümler sonucu, “yermerkez”li sistemin yanlışlığını görüp,“güneş merkezli” görüşü ilk kez ortaya atan (İÖ.320-240) yıllarında yaşamış Sisamlı Aristarkhos’ın varlığını bilmez, itibarını vermek istemeyiz nedense. Ya, “dünyanın Güneşin çevresinde döndüğünü” ısrarla vurgulayıp, yalnız fazla konuştuğu içinse çevresinde pek de sevilmeyen, ta Atina’ya dek giderek Platon’un Akademi’sinde öğretim görevlisi, İÖ.400’lü yıllarda yaşamış Galilei’nin öncülü Pontus-Ereğlili Herakleides? Evrim düşüncesinin bir bakıma “ilk”i diyebileceğimiz Emplodeks ile Newton’dan 15 yy. önce Ayın yapısına ilişkin “yer çekim” yasasına işaret eden Plutarkhos. Yine evrim teorisinin,  babasınca “Ateş etmekten, köpeklerden ve sıçan yakalamaktan başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorsun, bu gidişle ailenin yüz karası olacaksın…” diye azarladığı, varlıklı bir ailenin çocuğu Darwin’e, düşündaşı yoksul A. Wallece’in, o teoriyi bir hazır reçete türünden sunmasına ilişkin, yine Darwin’in “Türlerin Kökeni”ni yayınlamasından sonra, ayni Wallece’in, “İşte bu kadar bu iş, huzur içindeyim” biçiminde psikolojik olarak rahatlaması, O’nun mütevazi, olgunlaşmış kişiliğinin dışa vurulması demek değil midir acep? Peki, Spinoza,“evrenin gerçek vatandaşı” diye anılan, varlıklı bir ailenin çocukluğunun sonrasında gözlük camları yaparak geçimini sağlamak zorundaki yoksulluk, horlanmışlık, kıyılmışlıklar içinde yaşayıp da, hiç kimseyi incitmeden; olumsuzluklarını dahi olumlayan, genç yaşında veremden ölmüş bir Spinoza? O, bir erdem abidesidir; oysa çevresinde bir şeytan gibi taşlandı, önce içlerinden geldiği Yahudiler, sonrasındaysa Hıristiyanlarca. Lakin “erdem” denildi mi hemen bir Sokrates’i anar, Rousseau’yla da usa vurumu sürdürür ne yazık ki insanoğlu. Yine, yoksulluklar içinde salt geçinebilmek için hamallık bile yapıp, elektriğe ilişkin görüşleri aşırtılarak, kendine mal etmeye çalışan ünlü ve varlıklı bir Edison’un yanı sıra madalyonun öbür yüzündeki Tesla’ya ne diyeceğiz, peki?

Diyeceğimiz besbelli, adaletsiz ve şaşmaz “tarih”in garip cilvesi olarak bunlara, “tarihin mağdurlarıdır” diyorum hepten; hem de külliyen haklılığa inanaraktan. Böylece, “nedirli” değil, “kim için tarihe”  yöneltilen açmaz içinde hayvanlıktan insanlığa, köylülükten kentliliğe, yerellikten ulusallığa, yani evrenselliğe ulaşmaya çalışan insanın öyküsü, kendini ve karşıtını yaratabilmenin savaşımı-sınavıdır bir bakıma. Bundan, insanlığın utkuyla çıkacağı kesinkes. Ancak kesin olmayıp, yazık olan insanoğlunun yitirdiği zamandır. Yine de en adil hakemin zaman olduğu, ne denli üzeri basa-basa vurgulanıp, derinliğin aynası okunabilindi mi, onlarca-yüzlerce tarihi değerlerin nasıl itibarsızlaşıp mağdurlaştığı hayretle görülmüyor değil. Oysa bu tür şaşırma hali, etkilemesi gerekirken; at gözlülüğümüz, sağır sultanlığımız ve dekarıncayı nasıl nallayabileceğimiz” mutlaklığıyla bir çıkmaza, fasit bir döngüye sokmuştur bizi; dön babam dön dönebildiğince, geleneksel ve durağan düşüncelerin boyunduruğunda! Onun için insanlık, tarihi, kendine ötekileşen yabancılaşmış dramsal bir öykünün adıdır düpedüz. Bu, çok büyük bir acıdır düşün üreten varlık için.

Platon dostumdur, Aristo dostumdur, ama en iyi dostum gerçektir” diyen Newton yerden göğe kadar haklıdır; yalnız madalyonun görünür yüzüne göre; öbürüne göre değil. “Bir Aristarkhos’un, bir Herakleides’in, bir Wallece’in…”  “ilk”lik tablosunun görünmez yüzünde bile yine ilk’liklerde yer almasına karşın, üzülerek belirtelim ki, hiç önemsenmeyip, bilinmek istenmediği halde her şeyin, her şeye göre somutsallıkla değerlendirmek, elbet bilim adamının işlevleri arasındadır. Lakin haksızlığın oluştuğu dünyada haklı bir mağdurun itibarını vermek için oluşan savaşımı desteklemek, aydın bir bilim adamının işlevi değil midir? Saygı değer Newton ile yandaşlarına bu soruyu sormak gerekiyor öncelikle?

Evet, yazarlığıyla,  “aydın” olmasını her zaman beğendiğim V.  Hugo’nun, “Örümceği ve ısırgan otunu çok severim, çünkü onları hiç seven yok” derken yoksul, dilenci ve baldırı çıplakları en fazla sevdiği anlamına gelir ki; O’nun düşün dünyasını besleyen, duygusallığını diri tutan başlıca normlardır; sokaktakilerin damla-damla akmaktaki gözyaşları olarak. Yanılmıyorsam, yanlış bir evlilikten ötürü ruh hastanesinde yatan kızını görmeye her gidişinde, onun ayaklarına kapanıp, hüngür-hüngür nasıl ağladığı yazılıdır, iri cüsseli Hugo’nun gözyaşlarına ilişkin, bu damlaları besleyecek tarihin yapraklarında. Ağlayan Hugo değildir aslında, bakar kör dünyanın gözleri önünde; ağlaması, bundan ders çıkartması gerekenlere, yani başını önüne eğmeyen arsızlaradır sözü, Sefiller’i kurgulayan ölmez yazarın mesajı. İşte sözümüz, çevremizdeki adı-sanı bilinmeyen, ünsüz bilmem ne kadar “adsız kahraman”ın olduğudur; bir çeşit herkesin, hakkında az-boz bilgilendiği Köroğlu, Çakıcı ya da Dadaloğlu… gibi. Onlar, sokakların-dağların “adsız kahraman”larıdır yerelliğin uçsuz-bucaksız sonsuzluğuna açılmak isterken! Hem onları, hem de düşün ve bilim dünyasına ilişkin itibarsızlaşan tarihin mağdurlarını bir dünyalı olarak insanlık adına saygı ve sevgiyle anıyoruz. Anıyoruz, çünkü bugünün uygarlık düzeyine öyle kolayca ulaşılamadı; rahatlığı, konforluğu sözüm ona yaşadığını savsaklayan pragmacı- modern bireyin, onlara her yerde ve her zaman bir şükran borcu vardır, var olacaktır da; hem de ödünç aldığı gelecek kuşaklar adına, yarının hakça yaşanılır “dünya”ları adına!

Ahmet Arslan

24 Mayıs 2021 Pazartesi | 325 Görüntülenme

İlgili Kategori: Deneme

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir