Yazar Refik Halid Karay ve Amele Katibi Hasip Efendi

Yazar Refik Halid Karay ve Amele Katibi Hasip Efendi - Afşar Timuçin

Adana’da istasyonun arkasındaki Bağlar mahallesinde, ayakta kalabilmek için canını dişine takmış olan yoksul kira evimizde, tekdüze yağmurların aralıksız yağdığı uzun kış gecelerinde babamla ben daha çok kitaplığımızdaki eski yeni ince kalın tüm kitapları ciltleyerek vakit geçirirdik. Ortaokul yıllarımdı. Ben küçükken o kitaplık babamın kitaplığıydı, babamın kitaplığından kitaplar alır okumaya anlamaya çalışırdım, o kitaplık daha sonra babamla benim kitaplığımız oldu. Rahmetli annemle rahmetli ablamın elleri kitap tutmazdı. Ne olacağımız belli değildi, yakında liseye başlayacaktım, yüksek okuyacaksam oralardan ayrılmamız gerekirdi ama bu nasıl olacaktı? Bir yandan kitapları ciltler bir yandan bunu düşünürdüm.

Refik Halid’in hemen hemen bütün kitapları vardı bizde, onları da ciltliyorduk. Babam Refik Halid’i çok severdi. Babamın sevdiği bir yazarın kitapları elbet beni de ilgilendirecekti. Daha çok Memleket hikayeleri’ni sevmiştim. Refik Halid’lerin bir bölümü şimdi ciltlenmiş olarak benim kitap raflarımdan birinin üst dolabında duruyor. Kitaplığımın dememeliydim, kitaplığımızın demeliydim. Bunlar şimdi de Ali’yle benim kitaplarımız. Babamla ortak kitaplığımız çoktan dağıldı, ondan bugüne çok az şey kaldı. Babalar da ölür. Bazı arkadaşlarımın tasasıdır: Afşar ölünce kitapları ne olacak? Ben ölünce Ali okuyup yazmayı bırakmayacaksa kitaplar onun olacak. Çocuğu olmayan ya da çocuğu kitap okumayan kişilerden değilim. Evet, babalar da ölür. Kitapları Ali’ye bırakıp gideceğim. Belki on eşek yükü kitap attım ama kitaplığı gene de hafifletemedim. Her neyse.

Altmış beş yıl kadar önce okuduğum Memleket hikayeleri’ne bir göz atmak istedim. Ali uzandı aldı üst dolaptan hem Memleket hikayeleri’ni hem Gurbet hikayeleri’ni. Memleket hikayeleri’ni okurken tam anlamında düş kırıklığına uğradım. Eski heyecanlarla yeni heyecanlar çok zaman birbirine denk düşmüyor. Refik Halid kötü bir yazar mı? Hayır. Böyle bir şey söyleyemem. Tam tersine usta bir yazar. Bir kitap yayımlandıktan aşağı yukarı yüz yıl sonra kendinden sözettirebiliyorsa kötü değildir. Bizim eli kitap tutmayan ama harıl harıl kitap yazan ve görüş üreten aydınlarımızın büyük bir bölümü Refik Halid adını belki hiç duymamıştır. Edebiyat belleği olan ve değerlerimize önem veren aydınlarımız elbet onu azçok tanıyorlardır.

Gerçekten Refik Halid eskilerin “kalemi kuvvetli” dedikleri cinsten usta bir yazar. Özellikle insan ve doğa tanıtlamalarında parmak ısırtacak kadar başarılı. Edebiyat biraz da ayrıntı değil midir? İki üç cümleyle resmini çizdiği nesne hemen gözünüzde canlanıveriyor. Tanıtlamalar bazen öbür anlatım ögelerinin önüne geçiyor, o zaman inceden bir tedirginlik duyuveriyorsunuz. O zaman bir kendini gösterme merakının, bak ben neler yazıyorum heyecanının belirleyici olduğu gibi bir duyguya bile kapılabiliyorsunuz. Bir yapıyı kuran ögelerin dengeli dağılımı sanatta çok önemlidir. Duyguyla düşünce, öznellikle nesnellik, sereserpelikle ölçülülük, apaçıklıkla örtülülük, toplumsallıkla bireysellik birbirleriyle dengelenmediklerinde sanatçının tüm iyi niyetine karşın yapıt itici olabiliyor. Bu durum tanıtlamalar açısından Refik Halid’in andığımız öykülerinde bir ölçüde de olsa kendini gösteriyor. Şerbetini koyarken aşırıya kaçmışlar dedirten bir özellik bu. Ama tanıtlama işinde gösterilen ustalığın ayrı bir güzellik olduğunu unutmamak gerekir.

Refik Halid bana neden bu defa itici geldi? Tanıtlamalardaki aşırılık bir yana, bunun başlıca nedeni onun insana tepeden bakma yakınlığıdır. Daha da ileriye giderek söyleyeyim: yaşamında nasıldı bilmiyorum, Refik Halid öykülerinde insanları sevmiyor, daha doğrusu insanı sevmiyor. Daha çok tabandaki insanları anlatıyor ama daha çok onların zayıflıklarını aptallıklarını küçüklüklerini çaresizliklerini anlatmak için kullanıyor kalemini. Besbelli hiçbir insan sıcaklığı taşımıyor öykülerindeki yüreğinde. Birinin başına bir kötü iş geldi mi Refik Halid neredeyse zil takıp oynayacak. Bu insanlar böyle aptaldırlar işte demeye getiriyor, bunların nesine acıyacaksınız, salak gibi şapşal gibi davranıyorlar, neyi yapmamaları gerekirse onu yapıyorlar ve başlarına iş açıyorlar. Birisi bir zavallıyı kandırdı mı değmeyin yazarın keyfine. Hiç iyilik düşünmeyen, yeri geldiğinde birini tongaya düşürmek için hesaplar yapan bir yığın ortalama insan. Çoğu kaytarıcı, zevk ve safa düşkünü, genelde ayş ü işretle vakit geçiren yararsız tipler. Ara sıra iyi görünümlü birileri çıkıyor ortaya, öbürleri kısa zamanda onu da kendilerine benzetiyorlar.

Refik Halid’in öyküleri ilk bakışta bizi aldatabilir,  yazarın kendi halinde yoksul ve çaresiz halk insanlarından yana çıktığını sanabiliriz. Böyle bir durum yoktur. Refik Halid başkalarının acısı çekmiyor besbelli, onlarla ince ince dalga geçmeyi seviyor. Kendisi yukarda bir yerlerdedir. Kitabın kapağını açar açmaz bir acılı hava çarpar yüzünüze. Zavallı bir fahişeyi Yatık Emine’yi Ankara yakınlarında bir kasabaya sürgün ediyorlar. Kadının başına gelmeyen kalmıyor. Kimse onun elinden tutmadığı gibi herkes gücünü onda deniyor. Yıllar yılı mahkemelerde karakollarda durmadan yineleyerek öğrendiği künyesinden başka bir bildiği yoktur kadının: “Benim, dedi, adım Emine, babamın adı Abdullah, anamınki Hürmüz… Üç yüz yirmide doğmuşum, rumi hesap, hamidiyemde öyle kayıtlı imiş, kağıdıma Yanık Emine yazmışlar amma o yanlış, bana Yatık Emine derler.” Öykünün sonu şöyle bağlanır: “Yatık Emine açlıktan ve soğuktan öleli galiba günler geçmişti. Tüh, bu ne aksi işti… Nefer de, daha ziyade sağlam tutmak için, bir daha yokladı: -Yetişemedik be, gebermiş!.. Dedi. Bir müddet, zihinlerinden fena şeyler geçirerek durdular. Sonra ‘Haydı, gidek!’ ikazile birbirlerini iterek gecenin karlı rüzgarlarına karışıp küfür ede ede uzaklaştılar.”

Yazar kendini şöyle savunabilir: “Acımasız olan ben değilim, acımasız olan insanın kendisidir. Ben yalnızca bir gözlemciyim bir saptayıcıyım. Dünyanın çirkinliklerini ben mi icat ettim? Kötülükler benim eserim mi? Fuhuş benim yüzümden mi var, yalan benim yüzümden mi var, bencillik benim yüzümden mi var? Muhbirlikleri ben mi yarattım? Anneler babalar çocuklarına bakmadılar, onları oluruna bıraktılar, o pırıl pırıl çocuklar zamanla canavara dönüştü. Bunda benim ne suçum var? Zayıflıklar zayıflıkları getirdi. Anne kendini üç kere uyuşturduysa kızı kendini üç günde bir uyuşturdu. Acımasız olan zayıflıklardır.” Yazar kendini bu sözlerle savunurken bir ölçüde haklıdır ama tümüyle haklı değildir. Çünkü dünya bir dengeler dünyasıdır. Bunu görmemek için ya kör ya da önyargılı olmak gerekir. Kötülükleri iyilikler, hırsları ölçülülükler, açgözlülükleri tokgözlülükler dengeler. Dünyayı bir yüzüyle değil iki yüzüyle hatta çok yüzüyle görmeye çalışmak gerekir. Acımasız bir dünyanın içinde acımalı bir dünya vardır. Yazarın onu da görmesi, onu özellikle görmesi, onun değerini anlaması ve göstermesi gerekir. İnsan yıkıcı yanlarını da olumlu güçlerini de sanatın aynalarında tanımalıdır.

Refik Halid kötülüklerden haz duyar gibidir. İnsanın zayıflıklarını küçük yanlarını gördükçe heyecana kapılır sanki. Birbirini ayaküstü kandıran insanlar vardır onun öykülerinde. Küçüklüklerini başkalarına benimsetmek için can atan insanlar vardır. Bunların büyük bir bölümü taşralıdır, memur ve esnaf takımındandır. Çokları gününü gün etmek dediğimiz o yaygın gevşeklikle sakatlanmıştır. Kasabaya gelen sorumluluk sahibi bir memur bir süre sonra birilerinin elinde pelteleşiverir. Zaten o kadar yoğun iş güç de yoktur kasabada. Önemli olan görünüşü kurtarmaktır yani ağırbaşlı görünmektir. Ötesi keyfe kalmıştır. “Zaten ikinci yaz gelmişti. Sinirleri gevşeten olgun bir meyva kokusu sıcak rüzgarlara karışarak pencereden odaya doluyor, herkesi göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçelerine çağırıyordu. Daha geçen sene dar redingotu sırtında uyuşukluk aleyhine nutuklar veren Agah Bey şimdi bu rayihalı havayı ciğerlerine kadar derin derin çektikten sonra yenleri sıvalı bol entarisi içinde rahat rahat geriniyor, yeni atılmış minderin üzerine yangelip gel keyfim gel diye söyleniyordu.” On tane sorumsuzun arasında bir sorumlu olsanız neye yarar. Önemli olan noktayı virgülü kitabına uygun koymaktır. Siz mi düzelteceksiniz bu dünyanın salaklıklarını, siz mi çare bulacaksınız bu dünyanın aptallıklarına? Bulunca yiyin, afiyet şeker olsun, yarasın, hiç kaçırmayın. Ne acıyacaksınız elin fahişesine! Önünde sonunda geberecekti uğursuz. Buna göre yazar iyiden iyiye üst bir yerde durur, ayrıcalıklı bir varlık gibi durur, küçük insanların üstünde bir büyük insan gibi bir egemen gibi durur.

Birden bir değişiklik olur. Hakkı sükût adlı öyküye geldiğinizde birden bir değişik hava karşılar sizi ve yazarın insancı yanı çıktı ortaya diye düşünürsünüz. Keçecizadelerin ipek fabrikasında kötü şeyler olmaktadır. Fabrikaya sağlıklı gelen kadın işçiler bir zaman sonra sararıp solmaya başlarlar ve yatağa düşüp ölürler. Amele Katibi Hasip Efendi ancak bu kızlardan birine aşık olup da kız hastalanınca işin özünü kavrar. Fotika artık yatağa çakılmıştır. “Uzun karlı günleri takip eden yıldızlı bir gök altında, bu gece, yine fakir mahallede bir ölü vardı. Nihayet Fotika aylarca öksürdükten, sızlandıktan sonra artık susuyordu; ölmüştü.” Uzatmayalım, Hasip Efendi patron Hidayet Beye onu bu fabrika öldürdü der açık açık. “Benim hesabımı verin çıkacağım.” Her şeyin bir çözümü vardır: “Dört gün sonra maaşı artmıştı; şimdi sekiz lira kazanıyordu; işçi kızlar ölenin yerine geçmek için, o dolaşırken hafif hafif sürtünüyorlar, gülüşüyorlar, kırmızı kordelâ, cam bilezik takıyorlardı. Hayat yine evvelki durgunluğile, yine evvelki lezzetsizliğile başlamıştı.”  

Kültür belleği son derece zayıf olan toplumumuzda gençlerimiz Refik Halid’i hemen hemen hiç tanımazlar. Onun adını bilen kaç gencimiz vardır kim bilir. Gençler ellerinden düşürmedikleri akılsız telefonlarında da onun adını bulamayabilirler. Refik Halid Karay 1888 İstanbul doğumludur, 18 temmuz 1965’de İstanbul’da ölmüştür. Gazetecilik yaptı, Fecriati topluluğuna katıldı. 1913’de İttihat ve Terakki hükümeti tarafından Sinop’a sürüldü. Ulusal kurtuluş devimine karşı yazıları ve eylemleri nedeniyle 1922’de Yüzelliliklerle yurtdışına sürüldü. Yüzellilikler kimdir? Yüzellilikler diye bilinen muhalifler topluluğu aslında yüz elli kişiden azdı. Aralarında Refi Cevat Ulunay gibi Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi ünlü adlar da vardı. Yüzellilikler 1933’de bağışlandılar, yurda dönmelerine izin verildi. Refik Halid de Beyrut ve Halep’de on beş yıl kadar sürgün yaşadıktan sonra 1938 temmuzunda yurda döndü ve gazetecilik mesleğini sürdürdü, bu arada edebiyat alanında ürünler vermekten de geri durmadı.

Yüzelliliklerden “filozof” Rıza Tevfik Bölükbaşı Refik Halid’in oğlu Ömer Uğur doğduğunda ebced hesabına göre bir şiir yazdı. Rıza Tevfik bununla ilgili olarak şunları söylüyor: “Refik Halidin dünyaya bir oğlu geldiğini ve (Ömer Uğur) tesmiye edildiğini Vahdet gazetesinde görünce hemen şu manzume-i tarihiyeyi yazıp kendisine göndermiştim.” Bu ilginç şiiri birlikte okuyalım: “Sevgili Refik Halid en güzel eserini / Yes ü ümit içinde dokuz ayda bitirdi. / Tosun bir oğlu olmuş dün aldım haberini / Annesinin kadrini çocuk arşa yetirdi. // (Bu füsunkar muharrir -felaket sellerinde- / Yuvarlanıp giderken şu gurbet ellerinde, / Vatan aşkı ağlardı yüksek emellerinde / Bu haliyle herkese hamiyet öğretirdi.) // Ne güzel, ne mutludur –kavuşurken vatana, / Kucağında bir erkek çocuk getiren ana!.. / Bu mücevher tarihim bir müjde olsun ona / Refik şimdi gülecek!.. / Ömer Uğur getirdi.” Şiir “1933 sene-i miladiyesi”nde, 9 ağustos 1933’de yazılmıştır.

Yalnız görmek yetmiyor bilmek de gerekir. Yazar olsun yazmaz olsun, her kendini bilen kişi tarihin akışını doğru okuyarak insanın temel bilgisine ulaşmak zorundadır. Doğru görmek ve yanlışlar yapmamak için bu gereklidir. Düşmanın uzattığı kağıdın altına imza atacak kadar kendinden ve dünyadan habersiz olanlar yanlışlardan kaçamıyorlar. Bu yalnız toplumun üst kesiminde duranların değil sıradan insanların da sorunu. Sıradan insanda daha çok yürek yarasına yol açan şey yukarda duran insanlara insanlık suçu olarak yazılıyor. İnsanı tanıyanlar ama gerçekten tanıyanlar onu zaten seviyorlar, sevme zorluğu diye bir şey yaşamıyorlar. Daha çok bilgi işi, biraz da sağduyu işi yani sezgi işi bu… Belki de yok yere kopuyoruz birbirimizden. Şu dostça görüşen iki kişiden biri biraz sonra herhangi bir nedenle öbürünü öldürebilir. Öldürmek için tabancayla kovaladığımız kişi iyi tanısaydık belki de can dostlarımızdan biri olacaktı. İnsan olma çizgisinde buluşmak çok önemli.

Refik Halid insanları sevmiyor. Onlara yukardan bakıyor, bakıyor ve görmüyor. Hasip efendinin o kadar aşağılık bir insan olabileceğine inanmıyorum. O zaman ne duruyorsun, tükür Hasip efendinin yüzüne. Onu da yapmıyorsun, çünkü onun kötülüğünden yanasın, onun kötülüğünü seviyorsun. İnsan dediğin böylesine aşağılık bir varlıktır demek istiyorsun. Değil sevgili ustam değil, yakından baksan her şeyin senin gördüğün gibi olmadığını anlarsın. O iyi insanlar hep varoldular ve senin uzun uzun anlattığın ve tek doğru gerçeklik gibi gösterdiğin kötülerle kötülüklerle savaştılar. Bize böyle bir Hasip efendi anlattınsa başka Hasip efendiler var, dürüst namuslu onurlu Hasip efendiler, onları da anlat. İş şuraya varır: biz kötüydük ya da kötüyüz, çünkü herkes kötüdür. Bunu mu demek istiyorsun? Onca güzellikleri yaratan da insan değil miydi? Senin öykülerinde onlardan neden bir tane bile yok? Biz ne Hasip efendiler gördük, köpek diye kapıya bağlamazsın. Ne Hasip efendiler de gördük pırıl pırıl insanlardılar. İnsanları sevseydin belki o büyük gurbet acısını da yaşamayacaktın.

Afşar Timuçin

10 Ağustos 2021 Salı | 734 Görüntülenme

İlgili Kategori: Deneme

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler