Andre Gide’in Kabına Sığamayan Dünyasında Ahlakın Ahlaksızlığı Ya Da Ahlaksızcılık

Andre Gide’in Kabına Sığamayan Dünyasında Ahlakın Ahlaksızlığı Ya Da Ahlaksızcılık - Afşar Timuçin

“Bilgisizliğin üzerine kurulmuş bir mutluluk umurumda mı?”

                                                                                          André Gide

        

Edebiyatla felsefenin kavuşma noktasında bazen arı edebiyatın ve arı felsefenin verimliliğinden daha büyük verimlilik bulabiliriz. Arı edebiyat ya da arı felsefe diye bir şey olabilir mi sorusu ayrıca sorulabilir. Bu iki şey her zaman birbirine karıştı ve karıştığı da iyi oldu. Bu anlamda tarihsellik açısından XVI. yüzyılda Montaigne’le başlayan “denemecilik” serüveni azçok belirleyici olsa da elbet onun da öncesi hatta çok öncesi vardır. Örneğin M.Ö. IV. yüzyılda Sophokles’de edebiyatın felsefeleştiğini ve felsefenin edebiyatlaştığını görünce bu sessiz ortaklığın çok eskilere dayandığını anlarız. Antigone’yi hep birlikte anımsayalım. Kral Oidipus’u hatta. Her edebiyatta biraz felsefe zaten bulunur, felsefe de filozofun kaleminde bir edebiyat sıcaklığı kazanabilir. Ama birileri bu bileşimi daha iyi yaptılar.

Örneğin Nietzsche XIX. yüzyılın ikinci yarısında edebiyattaki felsefenin anlamını iyi yakalamıştı. O yüzden Nietzsche felsefe tarihi kitaplarının da edebiyat tarihi kitaplarının da zorunlu üyesidir. Nietzsche’de felsefe ağacına uzandıkça biz, elimize felsefeden çok şiir gelir, insanın ince ince yazılmış şiiri gelir. Bu şiir derin düşünsellikten hiç de uzak değildir, biraz dağınık ve çelişkilerle dolu da olsa. Bu arada şunu söyleyelim: herkesin Nietzsche’yi yerden göğe kadar sevmeme hakkı vardır. Kimileri işe partizanca yönelirler. Kimileri der ki vurun Nietzsche’ye, kimileri de onu ta göklere çıkarır. Kaba ideolojiler çok zaman bu tür uydurma değerlendirmelerde başrolü oynar. Biri çıkıp Albert Camus’yü mü eleştirdi? Bir başkası bilir bilmez onu savunmaya kalkar ve gülünç düşer. Geçenlerde bir yurttaşımız bir gazetede Camus’yü tanıtmaya girişti. Belli ki o da bu büyük yazarı savunma durumuna geçmiş ne güzel. Geçmiş ama dünyadan o kadar habersiz ki yazı yazmak adına bir yerden kopya çekerken Sisyphos söylencesi’ni ve Başkaldıran insan’ı Camus’nün romanları olarak tanıtmış. O kitapların hiç değilse ilk beş on sayfasına bir göz atsaydın be hemşerim. Memleket nere diye sorsak kızar mısın?

Nietzsche 1844 doğumludur, Gide ondan bir çeyrek yüzyıl kadar gençtir. Gide’in verdiği her görüntünün arkasında bir Nietzsche gölgesi bulmak olasıdır. Kendisi bu yakınlığı yadsımış da olsa bu böyledir. Kimse üzerinde başkasının gölgesi olsun istemez. 1891’den sonra yani yirmili yaşlarında Gide en azından Nietzsche diye birinin olduğunu biliyordu. Edebiyatçı Gide Nietzsche’den daha az filozoftur ama filozoftur, günümüzün kelbiyyun filozoflarını dörde beşe katlayıp kapının önüne serer. Nietzsche bir yana, Gide’de alman duygucu şairi Novalis’in ve Schopenhauer’in etkisi de az değildir. Yaşam felsefesi derler insan felsefesi derler hatta “antropontoloji” derler, bu tür deyimler hoştur ama yaşayan ve yaşamı yeniden kurmaya çalışan insan için çok şey anlatmaz: felsefe yaşamın ya da insanın ötesinde bir şeylerin felsefesi midir ki? İnsan felsefesi şöyle dursun, o iyice gariptir,  yaşam felsefesi olsa olsa yaşama öncelikle ağırlık verenlerin felsefesi olabilir. O zaman Gide’e de yaşam filozofu demek yanlış olmaz. Hele onun şöyle dediğini duyduktan sonra: “Gelecekteki insanlığın iyiliği için yapıtımı oluşturdum. Yaşadım.”

Montaigne gibi onun işi de kendini aramak oldu. Montaigne insanın bir örneği olan kendi varlığında bütün insanlığı bulmaya yani genel insanın özelliklerini yakalamaya çalışıyordu. Gide’in böylesine belirgin ya da savlı bir amacı olmadı. Pierre de Boisdeffre şöyle der: “Gide hiçbir şeyi hiçbir zaman kendi labirentini keşfetmekten daha çekici bulmadı. Onu ilgilendiren başkalarının sözünü etmek değildi, kendini gözlemlemek ve kendini anlatmaktı.” Gençlerimiz Gide’i pek tanımazlar yaşlılarımız da. Yaşlılarımız zaten uzun ömürlü olsunlar böyle şeylerle pek ilgilenmezler. Devrimci ayaklarında kurulu düzene kol kanat germekten ve rakı balık düşünmekten öteye kaçımız geçebildik? Hele kısa yoldan dünyayı kurtarmak isteyenlerin gözünde Gide nedir ki. Onlar her şeyin herkesten hatta bizim gibi düşünmeyenlerden de öğrenilebileceğini düşünmezler. Bir hamlede dünyayı kurtarmak isteyenler sonunda kendilerini de kurtaramadılar. Tarih tanıktır buna, binbir örnek verilebilir. Bugün sanırım belki hepimizin Gide’den öğreneceğimiz bir şeyler vardır, bu bir şeylerin başında kendine güvenen ve zincirlerini çatır çatır kıran güçlü insan imgesi bulunur. Yürekli ve özgür insan tasarımı ya da özgürlüğün bir bilinç sorunu ortaya koyduğunu bilen bilge tasarımı. XVII. yüzyılda La Rochefoucauld “Zayıf kimseler içtenlikli olamazlar” diyordu. Gide’in kaba ahlaka ya da resmi ahlaka karşı verdiği savaşım önemlidir. Onun ahlaksızcılığı ahlaka değil ahlakın ahlaksızlığına açık bir başkaldırıdır. Gerçek ahlakın başımızın üstünde yeri var. Ahlak çok zaman orada burada bekçi kılığında dolaşmaz mı? “Gerçekten beni ilgilendiren tek dram her varlığın kendisini özgün olmaktan alıkoyan şeyle kavgasıdır.” Böyle diyordu Gide.

Gide dengenin insanı olmaktan çok devinimin insanı oldu ve “Ben dengeyi devinimde buluyorum” diyerek bunu açık açık gösterdi. Önemli olan yaşamdan yana olmakla süflilikten uyuşukluktan hazırcılıktan avantacılıktan müzevirlikten yana olmak arasındaki kesin ayrımdır. Yaşamı yük gibi sırtlarında taşıyanlarla yaşamı canı gibi sevenler arasındaki büyük ayrılıktır. Bu yüzden yaşam filozofluğu diye bir şey bizim aklımıza pek yatmasa da Gide’e yaşam filozofu denmesini yadırgamayız. “Çok az insan yaşamı gerçekten seviyor: değişimden korkmak bunun kanıtıdır” diyordu Gide. Kendinden başka her şeyle uğraşarak vakit öldüren ve bu arada aklı sıra görüş üreten insanlar bir yandan da mutluluğu köşe bucak aramazlar mı? “Mutluluğun ilk koşulu insanın sevinci çalışmakta bulabilmesidir.” Çoğumuz mutluluğu tembellikte aramıyor muyuz? Az emek çok gelir. Jean Delay “Gide tüm kişiliği edebi yaratmaya göre düzenlenmiş şaşırtıcı bir örnektir” der.

Lise yıllarımızda bir yandan kulak ansiklopedisi yoluyla Marx’ı anlamaya çalışırken bir yandan da André Gide’in Les nourritures terrestres’ini (Dünya nimetleri) ve onun eki gibi olan Les nouvelles nourritures’ü (Yeni nimetler) öğrenmeye çalışıyorduk. Bu toprağın her şeyde yalını arayan ve henüz yalan söylemeye alışmamış yoksun çocuklarıydık ki bize özgürlüğü sezdiren her şeyin izini sürmeye hazırdık. O yıllar gene de bilgi peşine gitmenin önemli olduğu yıllardı ve herkesin her şeyi öğrenmeden sular seller gibi bildiği zamanlar henüz epeyce uzaktaydı. Fransızca derslerimizde öğretmenimiz Lütfü Savaş beyin bize okuduğu satırlar onun sesinden bugün bile kulağımdadır: “Tout être est capable de nudité, tout émotion se sont ouvertes comme une religion…Nos actes s’attachent à nous comme sa lueur au phosphore…”

Göreneklerin kaskatı kurallarını yüreklice çatır çatır kırmaya yönelik bir özgürlük ve özgünlük savunusu bizi kendine çektikçe çekiyordu. “Kitabım sana çıkma arzusu versin isterdim, nereden olursa olsun çıkmak, kentinden ailenden odandan düşüncenden.” Uyuşukluğunu kuralların arkasına gizlemeye çalışan insanların dünyasında Gide’in sürekli yenilik fikri bize aydınlanmaya giden yolun formülü gibi geliyordu: “Her gün yeni olsun gördüğün, bilge kişi her şeye şaşan kişidir.” “Nathanaël kendinde bütün kitapları yakmalısın.”  Gerçekçiliğin bir tür insan emeği olduğunu da Gide’den öğrendik: “Önem bakışında olsun baktığın şeyde değil.” Bu kaba bir bireycilik bildirisi miydi? Değildi elbette. Bir ödevi yönlendirmeyen bir özgürlüğün korkunç olduğu izlenimini alıyorsak bir düşünceden, o düşünceyi bireyci diye mahkum edip çıkamayız. Bir kalıptan ya da aynı çarktan çıkmış insanların dünyasında özgünü aramanın ne kadar önemli olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz: “Her ruh onu başkalarından ayıran yanıyla ilgilendiriyordu beni.” “Sana benzeyenin yanında durma, hiç durma Nathanaël. (..)Sana hiçbir şey ailenden odandan geçmişinden daha tehlikeli değil.”  İnsan önemliyse insanlık da önemlidir. “Benim mutluluğum başkalarının mutluluğunu artırmaktır. Mutlu olmak için herkesin mutluluğuna gereksinimim var.”

Hegel’in polis devletine köklü bir eleştiri gibi duran bu bakış mantığın katı kalıplarını da kırmak ister: “Mantığın ağır zincirlerinden kim kurtaracak ruhumu?” Gide “Nathanaël artık günaha inanmıyorum” diyerek hıristiyan ahlakının karşısına geçer, hıristiyanlığın kalıplarını zorlar, “Sevdiğim her şeyi Tanrı diye adlandırdım” der o zaman. Erdem nerededir öyleyse? Erdem kurallarda mıdır? “Sana yaşamdan başka erdem önermek istemiyorum.” “Erdem usta değil aşktadır.” Aydınlanmış ruhun hep ileriye yönelmek hep geleceğe açılmak istemi Gide’de de iyiden iyiye belirginleşir: “Geçmişin sularını yeniden tatmayı hiçbir zaman arzulama Nathanaël. Nathanaël gelecekte geçmişi yeniden bulmayı düşünme.” Bugünün yaşam koşullarında o koca insanlığa böylesi bir özgürlük bildirisini imzalatmak kolay değildir. İnsan içine yerleştiği alışkanlıklarının verimsiz koşullarında günü kurtarmaya bakar. Asıl bireycilik benden ötesi tufan bireyciliğidir. O konuda Gide insanlığa en köklü eleştirisini yöneltir: “İnsanlık bana tümüyle uyumak için yatağında dönüp duran bir hasta gibi göründü – dinginliği arayan ama uykuyu bile bulamayan.” Zaman geçip gider. İnsan ölümlülüğün geçerli olduğu şu dünyada her boşa geçen zamanda neleri yitirdiğini düşünmez bile. “Bil ki en güzel çiçek en çabuk solar. Çabuk eğil kokla onu. Ölümsüzlüğün kokusu yoktur.”

André Gide’in dünyası “Serserilik yapan her şeyi tutkuyla sevdim” diyen bir özgürlük tutkununun dünyasıdır, sürekli isteyen sürekli bulan ve sürekli açlık çeken bir insanın dünyasıdır. En güzel şey bu açlıktır, bu yetinmeyi bilmeyen insanın açlığıdır. “Arzular siz hiç yorulmayacak mısınız?” Arzular yorulmazlar. O bitmeyen aşk bitmeyen yöneliş: insanı insan yapan gerçeklik. “Sevgi değil, değil Nathanaël aşk.” Gide’in dünyası mı? Ruhsal sorunlarla dolu hastalıklı bir gençlik, sonra sereserpe bir yaşam, yolculuklar ve hep arzulayan bir yalnız adam. Elbet gençliğimizde yaptığımız gibi yapamazdık, ondan bir kahraman çıkaramazdık, böyle bir şey şapkadan tavşan çıkarmaya benzerdi. Ama Gide bize özgürlüğe sarılmak yürekliliğini esinledi, özgürlük ahlakını esinledi. Bu özgürlük ahlakını Bergson’un “açık ahlak” dediği şeyden çıkaramazdık. Gide’in özgürlük ahlakında bilgelerin ya da hahamların yol göstericiliği yoktur.

Bu ahlak bir ahlaksızcılık ahlakıdır. Yalan söylemeyen, başkalarının yaşamını yönlendirmeyi ya da yönetmeyi düşünmeyen, kendi zevki için başkalarını harcamaya kalkmayan, bilmişliklerden uzak, sinsiliklerden arınık bir içtenlik ahlakıdır. Zaptiye ahlakına benzemeyen, hele ona hiç benzemeyen bir gerçek aydın ahlakıdır. Yalan söyleyen ahlak var mıdır? Öyle bir ahlaksızlık vardır ama öyle bir ahlak yoktur. Bu ahlak deliliği değilse bile soylu işi bir serseriliği savunan, başıboşluğu değil de bir anlamda başına buyruk olmayı verimli bulan bir gerçek insan ahlakıdır. Bu ahlak hiç değiştirmeden ve hiç düşünmeden sürdürmekte olduğunuz o aptal kurallarınızı üzerimden çekin diyen bir özerklik ahlakıdır. Bir kendini beğenmişlik ahlakı gibi görünse de daha çok bir kendine güvenme ahlakıdır. Gerçekten kendine güvenen ve bunun gerekçelerini iyi bilen insanın kendini beğenmesi de beğenmemesi de sözkonusu değildir. Bu ahlak her insanı kendindeki yaratıcı güçleri görüp tanımaya çağırır. Bilgiye dayanmayan her şey boştur, salt kurallarla yetinen bir ahlak da boştur. Özgür aydın ahlakı insanın içine düştüğü boşluğu insana yaraşır görmeyen bir adanmışlık ahlakıdır.

 

Afşar Timuçin

20 Nisan 2021 Salı | 494 Görüntülenme

İlgili Kategori: Deneme

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler