Atamanlı: ‘21 Yaşında Bir Çocuk’

Atamanlı: ‘21 Yaşında Bir Çocuk’ - Yalçın Küçük

Yalçın Küçük’ün Atamanoğlu Fatih kitabının yeni baskısı için yazdığı fakat teknik bir hata sonucu kitapta yer almayan Önsöz’ü yayınlıyoruz. Yeni basımı 2015’te Tekin Yayınevi’nce yapılan Atamanoğlu Fatih’in bu Önsöz’ü Yalçın Küçük Silivri hapishanesinden çıktıktan sekiz ay sonra yazıldı. İlk kez Yeni Gelen’de yayınlandı.

Fatih’i, fethi için yazmadım, “bir çocuk” idi ve hülya doluydu; çocuklar, hülya kurmalıdırlar, bu amaçla, yazmak istedim ve yazdım. Ve yazdıklarımı, bu önsöz için, tekrar okudum, Mehmet’e, “kapısında ölüm beklerken hülya kurabiliyordu”, bunu yakıştırdığımı gördüm, buldum. Sevindim, ölüm, kalbi tüketen ve düşünmeyi yok edendir; aslında, ölüm değil, katliam ve saldığı korkudur. 1987 yılındaydık, çok hızlı yazdım, Tekin, hızla yayınladı, Kemal Bey, “fısıltısı güzel” diyordu, bu sözü, ilk kez duyuyordum. İnsanlarımızın birbirine kitap söyledikleri, “fısıldaşmak”, bir tarihimiz olmuştur ve şimdi yoktur.

***

Aydın üzerine yazıyordum ve aydınımızı çok düşünüyordum, bizim aydınımızın, bir, “kurgusu” yoktur, iki, “red’di” bilmezler ve üç, “ütopya” bir yana, “hayal” kuramazlar, bunları buldum; bulduklarım, beni, çok yordular. Peki neden “aydın” diyoruz, dememek isabetlidir. Aydın sayıyoruz, ama, aşklarında dahi hayal yoktur ve var mı, aşklarını hiç bilmiyoruz.

***

Bir parantez açarak içine iki paragraf yerleştirmek istiyorum. Bir üniversitemizde ütopyacılarımız üzerine, bir doktora tezi vermişler, kaç tane ütopyacı var; doktora öğrencisi, ütopyacı bulamamış, edebiyatçısını bulamamış ve buldukları, tek ütopyası olan ise, Yalçın Küçük imiş; “ölmüşüz de habarımız yok” demek durumundayız, bende bulabildikleri ise çok basit ve yüzeyseldirler. Vardır, Taksim’in altından tünel geçirmeyi ilk önce ben işaret etmiştim, ancak bunlara ütopya diyemeyiz. İlaveten, benim “Musul’u almak” ve “Doğu Birliği” planlarım, ütopya mı; sınıra koyabiliriz, varlığı sürdürme nedeni olarak görüyorum ve demek ki, zorunluluktur. Yalnız, eğer Ermenistan ve Yunanistan ile birleşmek de varsa, bende var, bir ölçüde ütopyadır. Çünkü, aklın sınırlarını aşarak düşünüyoruz. Yalnız, yine de aklı ve zorunluluğu, tümüyle, inkâr edemiyoruz.

Bu arada not edebiliriz, Mehmet’in, Haliç’e, karadan gemi indirmesinin de, daha önce örnekleri olduğunu biliyoruz. Abartmamamız yerindedir. Demek “mutlak büyükleri” abartmamayı öneriyorum. Ama, Mustafa Kemal’i de çok zaman abartıyoruz. İhtiyacı yoktur, tekrarlıyorum.

***

Aziz Nesin, güzel anlatırdı, üsteğmenler çözememişler, çavuşu çağırmışlar, “oğlum, Mehmet, söyle, âşık kime derler, biliyor musun” ve çavuş biliyormuş, “evet komutanum” demiş, “anan gider kızı ister, verirler, evlenirsin”, birinci aşama buradır ve aşk yoktur. Vermezler, “âşık olursun” ve tarifimiz budur.

***

 

 ÖNSÖZ/2004

 

        AVRUPALI HÜKÜMDAR

                           **

       DOĞRUDAN KORKANLAR

 

Fatih, çağdaş bir Avrupalı hükümdardır.

İkinci Mehmet, Osmanlı dinastisinde tektir.

Belki kararlılığıyla İkinci Mahmut ve tedbirliliği ile İkinci Hamit yaklaşabiliyorlar. Ama sadece yaklaşıyorlar. Mehmet, bir yükseliştir. Yüksektedir.

**

Fatih’i yazdığımda, insanlarımız, hâlâ bulutlardaydı ve doğru’yu almaya son derece teşne idiler ve doğru’ya yönelen iç güdüleri olmuştu, çıplak doğru istiyorlardı. Buradaki biçem budur, çıplaktır; doğru da çıplaktır.

Şimdi ise insanlarımız en çok doğru’dan korkuyorlar ve çok güçlü bir doğru’dan kaçış içgüdüsü geliştirdiler. Doğru’nun kokusunu alabiliyorlar ve duyunca, kabuklarının içine çekiliyorlar; kaçıyorlar, çünkü, korkudan, kabuklarının kovuğunu umman derinliğinde sanıyorlar. Doğru’dan kaçıyorlar ve bunlara “doğru-korkakları” diyebiliyorum.

Şimdi insanlarımız ve en çok üniversite öğrencileri, doğru’dan korkuyorlar ve kaçıyorlar. En çok, doğru’dan scan-edilmiş olanlara koşuyorlar. Ve ne yazık, artık Aydınlanma Çağı’nda değiliz; aydınlanma salonları yoktur.

   

***

Her halde doğru ile ölümü özdeşleştirdiler. Ölüm, korku ise kaçıyorlar. Kaçmalarının bir nedeni budur; ve buraya varıncaya kadar, ölümde, sadece korku ve doğru’yu buldular.

Korku, düşmanımdır. Çünkü, aklı alıyor ve yerine bıraktığı, akılsızdır.

***

Tabii pratiği soyutlamaya çalışıyorum. Ve 1987 yılına tekrar dönmek istiyorum. Baskı ve idamlar döneminde, ben, en çok korku ile savaşıyordum. Bir ara var, eylülist darbe dönemindeyiz, nerede ise her hafta bir, beni Dal’a alıyorlar ve hücreye atıyorlardı; Uğur Mumcu, Cumhuriyet’te, artık yazmaktan bıkmıştı, “Yalçın Küçük haftalık görüşmesini yapıyor” demekle, yazmakla, yetiniyordu. Başbakanın Çankaya’ya çıkışı kadar düzenlidir; emniyet’te ve hücrede olduğum anlamındadır.

***

Ve hücreden çıkar çıkmaz, Kızılay’a iniyordum, o zamanlarda Kızılay hâlâ Ankara idi, görünüyordum ve görünüşüm, bütün Ankara ve bütün Türkiye’ye görünmek oluyordu. Fısıltı, en güçlü televizyon kanalıydı ve Kızılay’da bir tur atıyor ve gülümsüyordum. Korkuyla savaşıyorduk, meydandaydık. Korku’yu korkuturken güler yüzlü olmak gereğini duyuyordum.

***

İşimiz korkuyla savaşmaktır ve 1 Mayıs’ta, 1977, büyük katliam olmuştu ve yenmeliydik. “1 Mayıs” yapabilir miydik, karar verdik, ancak “kapalı” salonda düzenleyebilirdik, “Emek Sineması”, yıkılmaması için, yakın zamanlarda çok direnişler yapılan mekândır. Çok güzeldi, Kabataş’ta iken Pierre Angeli’yi Emek’te seyrederdim ve kiraladık; darbeden sonra ilk 1 Mayıs’ı yapıyorduk ve “doldurduk!”, yapamayabilirdik, büyük başarıdır.

Açış konuşmasını ben yaptım, heyecanlı oldu ve bu arada, “iktidarımızın ilk gününde minarelerden ezanı kaldıracağız”, bunu açıkladım. Artık teknoloji ilerlemişti, televizyonlar vardı, ezanı haber veren saatler bulunmuştu, bunları anlattım. Herkes uyandırılacaktır, bunları söyledim. Ezanı kaçırmak imkânsızdır ve bu bir taleptir, salonun coştuğunu hatırlıyorum.

Biz isteyen bir kuşağız. Ve hep öyle olacağız.

***

İki eki var, Can Yücel Dostumuz salondaydı, hep konuşmak ister, hiç konuşturmayız. Toplantı disiplinimiz böyledir ve her toplantıda bu kural vardır, uygularız. Ayşegül Dora’nın kucağına oturtmuştuk, Ayşegül beceriklidir, yapar, ancak fırsat bulmuş, bizim Can’ımızdır, fırlamış, kürsüdeydi, ne varsa söylediğini, ifşa etmemize gerek yoktur; âdetidir. Renk kattı, “1 Mayıs” daha canlı geçti, gerçekten tarihidir. Bir kitapçığını yayınladığımızı hatırlıyorum.

***

Yankısı yüksekti, Eylülist Darbe müthiş yobazdı ve biz laiktik ve daha ileri taleplerimiz vardı; bu eklerim, günün anlam ve manasına uygundur. O zamanda, bir halife çırağı konumunda bir Ahmet Hakan yoktu, bozguncu sesler çıkmadı, demek istiyorum. Tartıştılar.

***

Ve ben her İstanbul’da olduğumda, Tekin’e uğrardım ve mutlaka Ali Sümbül Bey de orada olurdu, Yaylacık Matbaası’nın sahibi, tabir caizse “kokumu alırdı”, sanki münazara yapardık. Ali Bey’in çocukları şimdi Tekin’in sahibidirler, öğrenmiş bulunuyorum, ancak, o gün pek gitmek istemiyordum, Ali Bey’den, bu ezan meselesinde çekiniyorum. Biraz korka korka gittiğimi saklamıyorum. Bekliyordur.

Bizim dindar münazaracılarımızın üslubu vardır, oynarlar, Ali Üstadımız, şöyle çekildi, yanladı, ben hamlesini bekliyorum ve birden, “Allaaah sendeeen razı olsun” deyiverdi, birden iyi bir iş yapmış olduğumu anladım, pek rahatladım, yazmam gerekiyor. İslami ilkelere göre, ezanın sadece insan sesiyle okunması şarttır; mikrofon veya hoparlör, yasalara aykırıdır. Kaydediyorum ve demek akılda birleşiyoruz.

***

Bu mu önce, Ankara’ya dönüşüm mü; o sırada mümkün ölçüde bir “gerçek” aydın olmaya özeniyorum; mesela, tv izlemiyorum ve mesela, Ankara-İstanbul arasında trenle seyahat ediyorum. Ali Bey ile münazaramız her halde daha sonra, gündüz trenindeyim, bir ara İzmit çevresindeydik, tren kara yoluna yaklaşıyor, insanlarımız otomobildeler, birden bir patlama oldu, ben öyle sandım, büyük bir sevinç var, her halde kırmızı atkıdan varsa kalpaktan tanıdılar, el sallıyorlar, bayram yapıyorlar, laisizm bayramımızı kutluyorlar. Tahminen, 40 yaşlarındalar, 27 Mayıs’ta üç yaşlarında olmaları gerekiyor. Çok güzel, her halde son Türkiye’deydik ve bayramımızı yapıyoruz.

***

ODTÜ bitişiğinde villada yaşıyordum, öğretim üyeliğimizde kurulmuştu, üniversite öğrencileri bilirler ve gelirler, küçük bir villadır, ancak, açlık grevlerinde, grevi desteklemek için gelenleri, 400 saydıklarını hatırlıyorum, açlık grevlerinin mekânı olmuştu, başka çaremiz yoktur. Bütün üniversitelerden geldiler, “eylemimizi” çok beğenmişler, ancak, istisnasız, hepsi “zamanı mı” dediler ve zamansız buluyorlar. Ben bunları tanıyordum, “saatçi” ya da “saat ayarcısı” tabir ettiklerimdendirler. İçlerinde müthiş korku var.

Tabii, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş’in idamlarını biliyorlar. Niksar’da ölenleri hatırlıyorlar, yetmişli yılların ikinci yarısında günde nerede ise yirmi kişi öldürülüyordu, en güzide aydınlarımızı yok ettiler. Kenan Evren adında bir diktatör buldular, pek yobazdı, “imamın oğlu”, idam etmeyi hak sayıyordu, “idam etmeyip de besleyecek miyiz” buyuruyordu. Gençlerimizin aklını aldılar. Hepsi saat ayarcısı oldular. İstemeyi unuttular ve bilmiyorlar.

***

  DİNAMİK ANALİZ

         KORKUNUN PİÇLERİ

Devrim’de doğanlar; düşünüyorlar, istiyorlar, çünkü korkmuyorlar.

**

Diktatör Kenan Evren’in doğurttukları, ölümle büyüdüler, korktular, dokunmazlar, düşünemezler, isteyemezler. Doğru’nun kaçkınlarıdırlar.

**

Gericiler, oy verme yaşını ve seçilme zamanını bunun için indirirler. Gelenler, kul ve köledirler.

**

İpler, ve karar oligarşinin/tüsiad’ın elindedir. Akepe bir vesile/bir araçtır.

***

Bir, aydınlamacı despotizmde, asillerin önemli bir bölümü ateisttiler, en azından laik olduklarını biliyoruz. 1792 yılında, “dine döndüler”, jakobenler çok şiddet uyguladılar. Korktular, akıllarını verdiler ve dindar oldular.

İki, 1848 Şubat Devrimi’nde çok şiddet yaptılar, ortada olanlar çok korktular, dine döndüler, Akılsızlığı seçtiler. Dindarlık ile akılsızlık bir ve aynıdır.

Üç, Mehmet çok şedit idi ve herkes Mehmet’ten korkar oldular. Oğlu Bayazid, babasını zehirledi. “Sofu” ya da “Veli” diyorlardı, aslında, yobazdır. Osmanlıda yoktular ve getirdiler.

***

Adı Ataman’dır, kardeşleri, Ertugrul ya da Tundar, başkasını düşünemeyiz. Ataman’ın, Edebali’ye gittiğinde mushaf’ı bilmediği kesindir; Şeyh’in kızı Mal Hatun ile evlendi, genişlemek istiyordu, ittifaklara muhtaçtır. Çevreye muhtaç, genişlemek için evlenmeyi biliyorlar.

Atamanlıların, din bağlantıları zayıftı ve kolayca değiştirebiliyorlar. Öte yandan, Abayezid’in, Fatih’ten dolayı, “babam dinsizdir” dediği kuvvetli bir rivayettir. Abayezid’in yaptığı, bir karşı devrimdir, diyebiliyoruz. Çok korktular ve yobaz oldular.

Bu ad bir Türk-Moğol adıdır, “Ogiday” ya da Oktay benzeridir. Şolohof’un romanlarında bu isim çok geçmektedir. Biz ad ya da soyadı olarak taşıyoruz.

***

ÖNSÖZ/ZINDAN’DAN

 

  MEHMET’İN KATİLİ OĞLU ABAYEZİD

  BAYEZİD’İN KATİLİ OĞLU SELİM

  ATAMANLILAR SERT BİR CUMHURİYETTİLER

  OY PUSLASI YERİNE ZEHİR ATTILAR

          

Geçici sayabiliriz, eğer Anadolu Selçukluları’nı saymazsak, leh ve aleyhte nedenlerimiz mevcut; Türkler’in merkezi Küçük Asya olan tarihini, a, Atamanlılar, b, Osmanlılar, c, Tanzimat-Cumhuriyet olmak üzere üçe ayırabiliriz. Atamanlılar’ın en büyüğü Fatih Mehmet ve Cumhuriyet’in ise İkinci Mahmut ile Mustafa Kemal idiler. Mehmet’i öldürdüler, Mahmut ölümden döndü ve Kemal, hep gölgesinde yaşadı; büyük işler için doğmuş olanların yazgısıdır. Hep ölüm ile hayat arasında yaşadılar. Sertlikleri ile yaşam oyunlarının kökünde bu var.

**

Evvelinde “Atamanlı” bilindiler ve öncüleri Türk idiler, yepyeni bir kavim yapmaya çalıştılar. Musa’nın Ordu-Yargıcı olan Bedrettin adına yazılı, Börklüce ile Hud Kemal’in önderliğindeki kıyam ise, üç dinden bir din çıkarmaya yönelmişti. Yenildiler, ancak bir yol çizdiler.

Atamanlı, Balkanlar’ı içine alan bir Avrupa Devleti’dir. Kim ne derse desin, Iorga’nın “Byzance apres Byzance” sözü, tarihi gerçeklere pek uygun düşmektedir.

**

Tanzimat çok önemlidir, çok dinlilik Cumhuriyeti’dir, belki de en güzel insanlarımız bu dönemde, 1826-1926 doğdular ve yaşadılar; ne güzeldiler ve hep gıpta ediyorum. Namık Kemal-Beşir Fuad, Enver-Halide ve belki de Fikriye-Mustafa Kemal aşkı övgüye pek değer ve Mutlaka Mustafa Kemal, yazarken seviniyorum ve kimse kızmasın, yetişmeye çalışıyorum.

Böyle güzelleri, pek yüksek güzelleri, bir de Altmışlı Yıllar’da gördük; benim büyüklerim ve benim küçüklerimdir, birlikte yaşadım, birlikte savaştım ve bazen onlara karşı oldum, kalemimde kanlar var, damlamaktadır.

**

Mehmet’e yapılan bir cinayet ve Türkiye’ye, o tarihte Atamanlılar’a, layık görülen bir darbedir; faili meçhul olmayıp İkinci Bayezit’tir, diyoruz. Sonra Avrupa’da ilerleyemedik ve Müslüman-Arap ikliminde yerleşmek istedik. Neden, neden yaptık, bunun sırrını çözememek bir yana, “tarih” henüz bu darbeyi red ile meşguldür. Ve 1571 Leoponte Haçlı Seferi’ni tahrik ettik, sonumuzun habercisi olduğunu bile “bilmiyoruz”. Tarihimiz yoktur, diyemiyoruz. Yazmaya çalışıyorum.

**

Oğlu Bayezid, babasının katili idi, kendi oğlu Selim’in verdiği zehirle öldü. Bayezid, bir zehirleme uzmanı idi, zehirlendi. Devr-i Hükümranlığında, sadece yeniçeri ağalarının oyuncağıdır. Ve Atamanlılar’ı, ki çok sert bir cumhuriyettir, acımasız, iki partili bir sistem olarak görüyoruz. Ancak Atamanlılar, hangi anlama geliyorsa kabulümdür ve Avrupai bir devlettir. Buradayız.

 

***

Bu, gericilere karşı, türkleşme, laikleşme, çağdaşlaşma’nın cevabıdır. Yüzlerine indiriyoruz, şamardır.

***

Kuşkumuz yoktur, Beylik komşuları, Bizans’lılar, Ottaman/Ataman dediler. Frenkler hâlâ öyle çağırıyorlar. Açığız ve buradayız.

***

Barış Zeren, doktora çalışmaları için Paris’te idi, döndü, geldi. Ben zindandayım, sadece bu nedenle değil, Rus kaynaklarını güzel araştırıyor, zaman zaman orada çalışıyor, Rusçası benimkinden çok daha iyidir, ben Rusça’yı Birmingham’da öğrendim, benim zamanımda, Türkiye’de, Rusça öğrenmek suç sayılıyordu, cesaret edip Rusça öğrenmeye teşebbüs eden ilk Türk oldum ve Barış, bütün kaynakları taradı. Doğruyuz. İngiliz kaynaklarından da geçti; biz Ataman’ın soyundanız.

***

Yoldaş Mustafa, yıllardır, sanki zindancıdır ve farkımız, sadece cam’ın öbür tarafında olmasıdır. Her Çarşamba geldi, temiz çamaşırların arasında, kitaplar ve dergileri ihmal etmedi; yanlış anlaşılmak istemem, ceza evi yönetimi, gelen kaynaklarıma zorluk çıkarmadılar. Ama kitapları temiz çamaşırlar arasında vermek zorundadır.

Ama Deniz Hakan ve tabii Okan İrtem, artık ikisini tek sayma tuzağına sık sık düşüyordum, harikalar yarattılar; aradığım bütün kaynaklara ulaşmamı sağladılar. Batılılar’ın, “olmasalar, bu çalışma da olmazdı” deyişini bulduk. Sevgilerimi yazıyorum.

***

Üstadlarım Hasan Fehmi Demir ve Yiğit Akalın, hem mahkeme ve hem zindan ziyaretlerinde, beni, bir de kitap sürprizleri ile sevindirdiler. Dostumuz Sait’in kitap hediyeleri de “ilave” oluyordu ve ben sadece dostluklarımı tekrarlayabiliyorum. Hepsi işte budur.

***

Peki Fatih Demir’i, aynı Demir&Demir Hukukçularından, unutabilir miyim; yıllardır, kartlarla çalışıyorum. Her okuduğumun, gerekli yerlerini, A-Dört Yarısı kartlara aktarıyorum, belki kırk bin varlar ve polisler, bunların hepsini almışlar. Bunlar olmadan, benim yazmam imkânsızdır; tabii deneylerim var, poliste kaybolmazlar, ama kaygılandığımı da saklamıyorum.

Aldıkları sırada benim ve avukatımın imzalamalarımız olması gereklidir; polisler unutmuşlar. Sonunda, üç polis memuru görevlendirdiler, geldiler ve Mahkûm Kabul’den bir oda ayırdılar; biz, Fatih ile ikimiz, belki yirmi gün, durmadan, bu kartları, “parafladık” ve sadece bunu yapıyorduk. Memurların da parafları var, saymıyorum.

Ben, zaman zaman kartları okuyor ve okşuyor ve sevinç çığlıkları atıyordum. “Ne güzel kart” diyordum, sanki kayıp bir sevgili ile buluşuyordum ve Fatih, yalnızca imzalıyordu; ne denir, gözlerinden öpüyorum. Tabii, çok hoştu, buluşun heyecanını yaşıyordum ve “bir daha” diyorum.

***

Bir gün Kemal Bey’in telefonu çaldı, Ankara’da idim, “Ali Bey’e veriyorum” demişti, Yaylacık Matbaası’nın sahibi Ali Sümbül dostumuzdu, mütedeyyin sesiyle, “Hocam, baskıyı, durdurdum” diyordu, sanki müjde veriyordu ve Fatih’in baskısını durdurmuştu. Okurdu, iki noktada itirazı vardı, “ben büyük Fatih’ime bunları söyletmem” diyordu; şalteri indirdi, ve sanki soldan bir matbaa emekçisidir. Eskilerde, solun en okumuşu ve kararlısının, buradan çıktığını biliyoruz. Kesmek, iç güdülerinde var.

Pazarlık yaptık, en şiddetle itiraz ettiğini kabul ettim, önemsiz olanı Ali Bey kabul etti ve Fatih’i kurtardık. “Çıktııı”, ülkemizde böyle zamanlarımız olmuştur. Kimseler duymasın, demiyorum; herkes duymalıdır ve bu maksatla yazıyorum. Bir zamanlar bu Türkiye ve seviyorum.

***

Bizde iki “Ferman’n” arası, “Tanzimat” ve “Islahat” çok önemlidir; fakat ben, bu arada, “önemsiz” olanlardan söz etmek istiyorum. Mısırlı zenginler, İstanbul’a gelinceye kadar bilmezdik, “sahilhaneler”, daha sonra “yalı” demeye başlamıştık, Mısırlı zenginlerin gelmeleriyle, yaşamımıza, girdiler. Sahildeki yalıları, Mısırlı zenginler, inşa ettirdiler, öğrendik, ve bir de, Mısır’ın asilleri gelmeden önce, bizim asillerimizde kadın-erkek aşkı ve cinselliği yoktu, bilmezdik. Ne mi bilirdik, her büyüğümüzün bir “oğlan” sevgilisi olurdu ve aşklarını dillendirdikleri divanları vardı; hatunlar doğururlar ve kocaları da oğlanlarıyla yatarlar. Kahire’den bize devrim ihraç ettiler ve Mısırlılar, bize kadın’ı sevmeyi, öğrettiler. Borcumuz büyüktür.

Öğrendiklerimiz çoktur. Devrimcilerimiz Mısır’a kaçtılar, “İçtihat”, Mısır’da yayınlandı. Bir münevver olarak kıymet-i harbiyesi yoktur, “İstiklal Marşı” da Akif tarafından yazılmamıştır ve öyle bir iddiasının olmadığını da kayıtlarda tespit ediyoruz. Akif, Cumhuriyet karşıtı olduğu için Cumhuriyet’ten kaçmıştır. Tekrar tekrar tespit ile yazmak zorundayım.

***

Osman değil, “Ataman”, bunu çıkarmak benim işimdir.

Türkler’in “İstiklal Marşı” yazılmamıştır. Yazılmayan marşı çıkarmak benim işimdir.

Herkesin olmayan işi kendisinedir ve doğru ise benim işimdir. Ben işimi biliyorum ve yapıyorum.

***

Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, Silivri’de, bir gün huzurdaydım, “çıtlattım”, Trabzon’dan ve Baştimar Köyü’ndendir; büyük komünistimiz Zeki Baştimar’ın akrabası olduğu anlamına geliyor. Sevindiği izlenimine kapıldım; usuldür, ilk duruşmada bize, umumi hal soruları yönetiyorlar ve bana da tevcih ettiler. Mahkeme açılıyor, Reis Köksal Bey, bilmiyor ve bana ne iş yaptığımı sordular. İlk okulda çok çalışkandım, hemen cevabı verdim, “hapse girerim ve hapisten çıkarım” ve genellikle bu işi yapıyorum. Çıkık olduğum zamanlarda da, işte bunları çıkarıyorum. Ve ekliyorum. İşimiz, çıkmak ve çıkarmak üzerinedir.

29 Kasım 2014, Balat-Balgat

Yalçın Küçük

25 Haziran 2021 Cuma | 1265 Görüntülenme

İlgili Kategori: Red

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir