Ulvi Hat Sanatında Akıl Ne Yana, Aydınlanma Ne Yana Düşer?

Ulvi Hat Sanatında Akıl Ne Yana, Aydınlanma Ne Yana Düşer?  - Ayşe Güren

Hasan Ali Toptaş’ta (HAT) Yazının Ulviliği, Belirsizlik, Bilinemezcilik Sevgisi. Postmodern, modern, romantik bir tasavvuf sevdalısı.

“İşte bu yüzden, yazmak için kâğıdın üzerine eğildiğimde, yazdıklarım ille de bir yere varacak, bir yeri aşacak ve varıp aşacağı yere ille de bir işaret konacaksa, oraya seni değil kendimi koyarım ben. Sonra, kendimden bana doğru yavaş yavaş birtakım ayak sesleri gelmeye, benden de kendime doğru yüzlerce yıllık, küf kokulu yaprak hışırtıları uçuşmaya başlar. Bunların ardından, her biri ayrı telden çalan, mesafe suretine bürünmüş yazı cinleri çıkar ortaya. Sayfalardan taşıp hayatın yüzünde gezinen upuzun kuyruklarıyla akıl şeytanları çıkar sonra, cümle boşluklarından oluşmuş devasa dağlar, kelime kelime genişleyen ovalar, ovaların içinde irili ufaklı şehirler, şehirlerin içinden de insanlar ve melekler çıkar.

Böylece, sen aklımdan adamakıllı silinir, bir bilinmeyenken hiç bilinmeyen olursun.

Sen de, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence.

Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir.”

(Hasan Ali Toptaş, Harfler ve Notalar, deneme, Everest Yayınları, 3. basım, s.8-9)

CANLI HARFLER, SÖZCÜKLER, İLK CÜMLE ve CÜMLE YARATIK

Yukarıdaki alıntı, Hasan Ali Toptaş’ın (HAT) denemelerini topladığı Harfler ve Notalar (HveN) kitabının Okuyana Mektup isimli giriş yazısından. Anlaşıldığı üzere alıntıda “sen” diye seslenilen okurdur. Bu alıntı, aslında HAT sanatı ideolojisinin pek çok unsurunu içinde barındırır. Bu paragrafta geçen, “mesafe suretine bürünmüş yazı cinlerini”, “upuzun kuyruklu akıl şeytanlarını”, “melekleri” ve “her zaman için sezmek, bilmekten iyidir” yargısını aklımızın bir köşesinde tutup, konuya girelim.

HAT’ın söyleşilerinin toplandığı kitap Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız’ın (BYBDY) (Everest Yayınları, 2. basım) çok büyük bir bölümü Toptaş’ın romanlarını nasıl yazdığıyla ilgilidir. Okudukça, roman sanatının, hat sanatı gibi, yazının güzelliğiyle, ulviliğiyle ilgili olduğunu, içeriğin bu ulvi güzelliğe göre belirdiğini düşünmeye başlıyorsunuz.

Bu kitaptaki söyleşilerde, Hasan Ali Toptaş, kendi yazma işçiliğinden, felsefesinden aralıksız bir biçimde bahsediyor. Bu bahsetme, söyleşiyi yapan kişinin, nasıl yazıyorsunuz, türünden sorularını geçiştirmek için verilmiş hafif yanıtlardan oluşmuyor. Yanıtlar, metaforlarla, imgelerle kurduğu, sıkı örülmüş bir düşünsel yapının içinden veriliyor. Romanın ilk cümlesini nasıl yazdığından, kelimelerin müziğine, cümlelerin, dolayısıyla metnin bestelenmesi gerektiğine kadar Toptaş’ın yazı işçiliği, felsefesi hakkında tonlarca detay öğreniyoruz. İlk yanıtlarına şaşılacak derecede sadıktır Toptaş; söyleşilerin toplandığı bu kitapta, aradan geçen yıllara karşın, benzer sorulara aynı yanıtları verir.

Toptaş, aslında kendi yazma sanatını anlatırken, bizi de yavaş yavaş bir ideoloji alanına çeker. Bu ideoloji, 19 yy romanına, öyküsüne selamını esirger, neredeyse ona karşı kendini kurar. Pek çok çağdaşı gibi, yazıldıkları çağı göz ardı ederek, mum ışığında verilen o büyük eserleri, bugünün eserleriyle yan yana koyup değerlendirir. Her geçen gün bir karikatürleşme, küçültme çabası olduğunu anladığım şu klişeyi pek çok çağdaşı gibi HAT da tekrar eder: “Her şeyi açıklamak, okurun elinden tutup her şeyi işaret etmek yahut işaret parmağını uzatıp gerçek şudur, budur diye göstermek roman sanatının çok gerilerde kalan, eski bir tavrıdır…” (BYBDY, s.247).  Balzac, Maupassant, Stendhal, Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Dickens, Zola, Flaubert vb. ve onların işaret parmaklarıdır söz konusu olan!

HAT sanatı ideolojisine dönelim. Hızlıca hangi kurallar bütünü karşımıza çıkıyor bakalım. Okura güvenilmelidir. Okur akıllıdır (HveN, s.21). Okur, romandaki boşlukları kendi yazar. Edebiyatçı yazı başında özgür olmalıdır. Kimi zaman romanında karakter bile yoktur; metnin kendisi roman kahramanıdır (BYBDY, s. 244). Metin denen şey, neredeyse yazarından bağımsızdır: Kendi aklı, fikri, müziği ve bazen yazarın da bilmediği bir bildiği vardır (BYBDY, s.51-52). Yaşamsal gerçeklikler ile yazınsal gerçekliğin birbirine karıştırılmaması gerekir (BYBDY, s.165). Bir metninde geçen camide örneğin Hz. Ali’nin resmi olabilir (Mustafa Bayram Mısır, Demode Denemeler, Kül Sanat Yayıncılık, s. 201). Öyle görünüyor ki o cami, metnin camisidir; işaret ettiği şeye denkliğini ölçmenin bir anlamı yoktur. Metin aklı, camiye Hz. Ali resmi asmayı istemiştir.

Harflerin her biri “ses”tir. Sadece ses değil, yazarın gözünde her biri canlıdır. Sözcükler de canlıdır (BYBDY, s.80). Bunu iyice bellemelisiniz. Cümlenin müziğini duymalısınız. Müziksiz oldu mu yazdığınız yavandır. “Yazara dil gerekir mi sence, ben gerekmez diyorum,” diyen Latife Tekin’le HAT’ın yaptığı söyleşi, dil müzik konusunun nasıl absürt bir noktaya varabileceğini görmek açısından çok önemlidir (http://egoistokur.com/latife-tekin-ve-hasan-ali-toptas-bulusmasi-yazara-dil-gerekmez). Dilden de kurtulmanın yolunu arayan Latife Tekin, HAT’a sorar: “…Dil, insanı zihin ve anlamlar dünyasına sıkıştırıyor ama insan zihinden ibaret değil ki. Zihnin ötesine geçip gidemez miyiz, müziğiyle birlikte dili de geride bırakarak?”  HAT yanıtlar: “Dar anlamda, harflerle kurduğumuz dilden söz ettiğimiz sürece, tümüyle müziksiz bir dili mümkün görmüyorum ben. Her harf bir sesi temsil ediyor. Müziği hiç düşünmesek bile müzik var. Yeni notalar bulmaktan söz edilebilir belki.” Bu söyleşi, adında edebiyat geçen tuhaf bir tarikatın iki üyesinin aşkın, uçkun, uçuşan, kaçışan sohbeti gibidir.

Bu arada dilin müziğinden bunca bahseden Toptaş, yazardır; şair değildir. Şiiri sevdiğine ama şiir yazmadığına, yazdıklarının şiir olmadığına dikkat çeker (BYBDY, s.92). Yine de cümle yazmak beste yapmaktır. Sözcüklerin seçimi, müziği önemlidir, çok önemlidir. Öyle ki Bin Hüzünlü Haz romanına yazım kılavuzundan sözcük seçerek başlamıştır. Buna şaşıranlara da şaşırmıştır (BYBDY, s.217).  

Yazar yazmaya başladığında, herkesi unutmalıdır. İlk cümle çok önemlidir. Romanın yapısını belirler. Bir romanının ilk cümlesi için tam sekiz ay uğraşmıştır. Romanlarını uzun yıllara yayılan aralıklarla yazar. Olağanüstü titizdir. Yanlış yazılmış tek bir kelime için tüm sayfayı yeniden elle yazar. Eğer büyük uğraşılardan sonra ilk cümleyi yazabilmişse, sonraki cümleleri yazmak için, bu cümleyle yazar işbirliğine girişir. İlk cümle + yazar: ikinci cümle. İlk iki cümle + yazar: üçüncü cümle vb.

İlk cümle konusuna biraz daha değinelim. Yazar ilk cümle denemesini yaptı, ama yolumuz daha çok uzun, bakalım yazar yazdığı ilk cümleyi tanıyabilecek mi? Toptaş, Uykuların Doğusu romanından bahsediyor: “Başlangıçta yedi sekiz ay ilk cümleyi yazamadım. Her gün belki yedi-sekiz tane ilk cümle yazdım ama hiçbirini beğenmedim. İlk cümleyi tanıyacak ruh halim yoktu aslında. Bir bakıma, ben ilk cümleyi değil, onu tanıyacak ruh halimi arıyordum.” (BYBDY, s.217) Anlaşılacağı üzere ilk cümle yazar için, kutsal kitaplardaki ilk cümleyi aratmayacak bir hale taşır; aylarca o cümleyi tanıyacak ruh halini arar.

Dolmakalem, kâğıt, kâğıt biçimini almış zaman, sözcüğün tınısı, cümle içindeki ovalar, dağlar, kuytular, yankılarla yazar işe koyulmuş, ilk cümle çoktan yazılmış, ayin başlamış, yazar “vecd” haline geçmiştir, yazılan Bin Hüzünlü Haz’dır: “Parmak uçlarımın karıncalandığını ve bu uyuşma halinin damarlarımı izleyerek beynime doğru tırmandığını hatırlıyorum. Roman sanatıyla haşır neşir olmanın şehvetini en geniş hâliyle ilk defa o zaman yaşadım sanıyorum; baş dönmesi gibi, uçmak gibi, gövdenin sınırlarından çıkıp zamanın dışında bir yerde her şeyi içeren hiçbir şey gibi gezinmek kılığında bir şeydi bu…” (BYBDY, s.71-72)

Zamanın dışında, her şeyi içeren hiçbir şey gibi gezinmek kılığında bir hal, epey ulvi bir hale, haşa sümme haşa, bir tanrılık haline işaret ediyor olabilir. Halbuki postmodern anlamlandırmada, tanrı-yazar hiç sevilmez. Ama yüzergezer ve uçar olanlarının makbul olduğunu düşünebiliriz. Biz devam edelim, Toptaş bir yerde de değindiği gibi yazar metni yazdıkça, metin de yazarını yazar. Yaza yazıla devam eder bu tutkulu, şehvetli, kutsal aşk. Bu aşk, artık durumda şaşılacak bir şey yoktur, kutsal kitapları da şenliğe çağırır.

“Sözgelimi, anlatının belli bir sınırı aşıp hızlandığı, geride kalan hikâyelerin çekimine kapıldığı, ya da köpürüp köpürüp de durulduğu bazı yerlerde, ve’lerle soluk alıp veren, Tevrat’takine benzer bir dil kurdum” (BYBDY, s.50). Milorad Paviç’in üç büyük dine göre düzenlenen Hazar Sözlüğü romanından bahsederken, “Arada bir de, yer yer şiire dönüşen dilinden büyük keyif aldığım için, açar, postmodern anlatının en ilginç çalışmalarından biri olarak kabul edilen bu sözlük-romanın bazı maddelerini yeniden okurum. Her okuyuşumda Tevrat’taki benzeyen tuhaf bir ritim bulurum onda.” (HveN, s.73)

Peki,  yazdığı cümlenin uygunluğundan, güzelliğinden nasıl emin olur Toptaş? Elbette melekler, evet evet, melekler sayesinde! “Harf meleklerini görmek bana o cümleden alacağım en büyük sevinci yaşatmıştır çünkü. Biliyorsunuz, bir cümlenin şekliyle söylediği şey çakıştığında, harf melekleri gelir o cümledeki harflerin üzerine konar.” (BYBDY, s.60) İkinci cümleye, “Biliyorsunuz,” diye başladığına göre harf meleklerinden herkesin haberdar olduğunu düşünmektedir.

Yazdıkları ilgi görmediği için yazmayı bırakmaya karar verdiği o kötü günlerde de zaten yazarı bu kararından edebiyat tanrısı vazgeçirmiştir: “Eğer edebiyat tanrısı diye bir şey varsa o bir yerlerden benim küstüğümü, artık kendi paramla kitap yayımlamayacağımı, hayatımı bir okur olarak sürdürme kararı aldığımı duydu ve bana müthiş jestler yaptı.” (BYBDY, s.207). Sonrasında, ardı ardına gelen ödüllerle, edebiyat tanrısının yazara, “Yürü ya kulum! Hatta koş! Seni nasıl sevdim bir bilsen!” demiş olabileceğini düşünebiliriz.

Tanrılar, işaretler, gizler, cinler, melekler âlemindeyiz…  Bakalım başımıza neler gelecek?

BİLGİYLE KİRLENMEK, AKIL İPİYLE BAĞLANMAK…

Harf meleklerinin tek tek onayladığı cümleler sayesinde roman ilerlemeye başlamıştır. Ama aslında yazar romanda ne yaptığını çok da bilmez. “Arada bir söylediğim bir şey var, o da şu; ben ne yaptığımı tam olarak bilmiyorum. İlk romanım Sonsuzluğa Nokta’dan sonra, mekânın duyularla kavranabilir bir tanımından uzak durduğumun farkında değildim sözgelimi. Bununla birlikte, daha birçok şeyin farkında değildim. Bilinç olarak adlandıramayacağımız bir bilinçle, ya da bilinçsizlik kılığına bürünmüş uzak bir bilinçle yazılıyor sanıyorum. En azından ben bunun böyle olması gerektiğini düşünüyorum.”  (BYBDY, s.69)

Burada bir soluklanalım.

Çünkü Toptaş’ın çok önemli bir tezi var ve bunu her gittiği yerde sık sık tekrar ediyor.
HAT sanatı ideolojisi, aslen Kundera’dan (Roman Sanatı) alınma “belirsizliğin bilgeliği” kavramıyla kendini sağlamlaştırmaya çalışır. HAT’ın akıl ve bilgiyle kavgası vardır.

HAT, iki tür bilgisizlikten bahseder:  Birisi “kalınmış bilgisizlik”, diğeri “varılmış bilgisizlik”tir. Kalınmış bilgisizlik “bizim ham yanımızdır; evcilleştiremediğimiz, işleyemediğimiz yanımızdır. Hayatımızın sonuna kadar farkına bile varmayacağımız yanımızdır. Doğanın bir parçası oluşumuzdur bir anlamda; içimizdeki karanlığın içindeki dağlardır, ovalardır, denizlerdir.” Varılmış bilgisizlik “bilgiyle edinilen bilgisizliktir. Başka bir deyişle, bilgi arazisini büyük bir sabırla adım adım yürüdükten sonra ulaştığımız bilgisizliktir.” (BYBDY, s.98)

Bu kavramların “bilgi”  değil de “bilgisizlik” sözcüğüyle kurulması, tesadüf değildir.  “Varılacak bilgi”, “ulaşılamayan bilgi” diye de kavramlaştırılabilirdi. HAT gezegeninde aklın, bilginin, bilimin yükü negatiftir. Peki romancı, bu bilgisizliklerle ne yapacak? “Romancının bir kulağı kalınmış bilgisizlikte, o işlenmemiş karanlık ve meçhul yanında; bir kulağı da varılmış bilgisizlikte olmalı bence. Sonra da kalemin ucunu sezgilerine batırıp batırıp yazmalı. Tabii kâğıdın yüzüne değil, zamanın yüzüne yazmalı. Kâğıt suretinde görünen zamanın yüzüne.” (BYBDY, s.99).

Yazarın, ilk cümleyi yazmasının neden sekiz ay sürdüğünü artık anlayabiliriz. Çünkü bunca bilgisizlikle oturup kalemi sezgiye batırdığımızda büyük ihtimalle çok uzun bir süre kâğıda boş boş bakar dururuz. Söyleşiyi yapan kişi de bu bilgisizlik türleri hakkında bizim gibi merak içindedir: Toptaş’a “Buna somut örnek verebilir misin? Hangi romanında ne tür bir şey sözünü ettiğin ‘bilgisizlik’in sonucudur mesela?” diye sorar (BYBDY, s.99). Anlarız ki mesele hiç de karışık değildir.

Elbette yine mistisizmin/gizemin tarlasından toplanır yanıt. Efendim yazarımızın, Gölgesizler romanında Cennet’in oğlu dediği, isim vermediği bir deli vardır. Üç yıl sonra yazdığı Kayıp Hayaller Kitabı’nda da adı Kevser olan bir deli vardır. Romanın bitmesine yakın, çocukluğundan tanıdığı gerçek Deli Kevser’in nasıl öldüğünü merak edip annesine sorar. Annesi de, o kadının adı Selver’di Kevser değil, der. Sonra, yazarımız, karakterin adını Selver diye değiştirmeyi düşünür; ince eleyip sık dokur, çok düşünür, sonunda adın Kevser olarak kalmasını doğru bulur. Kevser, cennetteki bir suyun da adıdır.

Yazar iki romanını da yazdıktan sonra bir fark eder ki din kitaplarında geçen, delilerin sorgusuz sualsiz cennete gideceği bilgisinden farkında olmadan etkilenmiş; bu iki deliyi o da tıpkı din kitaplarındaki gibi cennete (isimlerinden dolayı; Cennet’in oğlu ve Kevser) yollamıştır. “Bilginin kendisi değil, buharı muteberdir,” dedikten sonra devam eder: “Bence, bu roman kişilerine ad verirken bilinçdışı bir bilinç devreye girdi. Ya da, bu iki adlandırmaya bir bilginin buharı değdi.” Ve sonuç şudur: “Aklı tümüyle iptal etmek mümkün değil, hatta doğru da değil ama sonuçta Uykuların Doğusu’ndaki dayının dediği gibi ondan uzak durmak ve fazla sokulmamak lâzım” (BYBDY, s.100-101)

Toptaş’ın keşfettiği, çok keyif alarak anlattığı bu “bilgisizlik” türü, psikoterapide yıllardır var olan bir “bilgi” aslında. Kısacası o isim bunu, bu isim şunu, şu görüntü, bu nesne, onu bunu şunu çağrıştırır. İnsanın yapıp etmelerini de, kararlarını da etkiler bu çağrışımlar. Hatırlamalar da hatalarla doludur. Anıların da bizimle birlikte değiştiği çoktan keşfedilmiş bir “bilgi” çünkü.  Üstelik bu bilginin -yazara göre bilgisizliğin- farkına varmak için romancı olmaya da gerek yoktur.

Hakikate gelelim şimdi. Elbette HAT gerçek demeyi tercih etmez. Peki, hakikate kim yaklaşabilir? Ölürlerse cennete sorgusuz sualsiz gidecek bir grup daha var: çocuklar (bu çağrışım, bu makalenin yazarından). Hakikat, bilgiyle kirlenmemiş çocukların ve delilerin işidir. Ama dünya, yetişkinlerin elinde ve onların akıl gözenekleri de bilgi ile tıkalı olduğundan… evet işte bu yüzden, dünya bu halde. Ya siz, siz ne sanmıştınız?

“Hep söylerim, hakikat diye bir şey varsa ona en çok yaklaşabilenler delilerle çocuklardır. Masumiyetlerini kaybetmemişlerdir çünkü, bilgiyle kirlenmemiş, kendilerini kendilerine akıl ipiyle bağlamamışlardır… Bazen de çocuklar ve deliler öteki insanları afallatacak kadar güzel sözler söylerler. Akıl gözeneklerini bilgi tıkamamıştır çünkü, hayat onların ağzından daha rahat konuşur.” (BYBDY, s.286-287).

Çocuklar ve delileri “hakikati” görmekle görevlendirip,  şeytanla, melekle, cennetle, cehennemle iş görmek istiyorsak, durumumuz epey vahim demektir. Edebiyatı,  2018 yılında getirip de bu damara bağlayacaksak, “kalınan bilgisizlik”, “varılan bilgisizlik” derken, bizde “kalıcı bilgisizlik” hastalığı baş gösterir. Aldığımız hasar onarılmaz olur.

TASAVVUF SEVDALISI BİR POSTMODERN ya da ORTAYA KARIŞIK BİR YAZAR

HAT’ta “bilgi” “akıl” kelimelerinin mutlaka olumsuz değer taşıması (“upuzun kuyruklarıyla akıl şeytanları” “akıl engelini aşmak” “aklın ipine bağlanmak” “bilgiyle kirlenmek” vb), HAT’ın bilinemezci (gizemci) sanat ideolojisinin çok önemli bir ayağı. İkinci ayağı, yukarıdaki örneklerde de çok bariz olmak üzere, geleneksel İslam öykülerinden, köy hikâyelerinden kotarılmış pek çok motifin hemen hemen her romanında kullanılması.

Kuşlar Yasına Gider romanında bir ecel atı şehirden kasabaya doğru anlatıcının peşi sıra koşar durur. Kasabalılar, bu atın içlerinden birinin canını almaya geldiğini bilirler, hiç şaşırmazlar. Bir akrabanın rüyasına giren ölü dayıdan kehanet beklenir. Hayalet bir çocuk, bir görünür bir kaybolur. Yıllar yıllar önce ölen kardeşin paltosunu anlatıcı, yaşadığı şehirde başka bir çocukta görür. Babanın gamzesine girip dolaşan sinek, pekâlâ Azrail’dir. Tüm bu öğeler, olumsuzlanmaz; gerçekten daha gerçektir. Yaşam bunlara göre kurulur. Hüseyin Dayı ne kadar gerçekse arabanın peşi sıra koşan ecel atı da o kadar gerçektir. Toptaş’ta rüya, hayal ve gerçek, bilenemezcilik lehine iç içe geçer; tüm romanın içeriği o girdabın içine akar. Asıl olan, girdabın kendisidir. Öyküler rüya, efsane, gerçek olarak ayrışmadan oraya doluşur.

Yazar aslında her şeyi metin olarak gören teorinin takipçisidir. Gölgesizler, Kayıp Hayaller Kitabı ya da Kuşlar Yasına Gider gibi köy romanlarını da andıran kitaplarını, gerçek köy romanlarından ayıran şudur: Toptaş, öyküler, rivayetler, dedikodular ve söylenceler için ya da onların arasında karakter, tip yaratır. O yüzden çoğu kez diyaloglar, olaylar gerçeklikten uzak, abestir. Kişiler, kendilerinden beklenmeyecek büyük laflar ederler, olaylar alır başını gider. Yani asıl kahraman öykü ve içindeki öykücüklerdir. Kişiler öykülerin içindeki gölgelerdir. Gerçek köy romanları yazarları, insan hikâyeleri anlatır. İnsanla birlikte, köy söylenceleri, dedikoduları da gelir. Köy romanları yazarları o insanların çektiği çile düzelsin diye, zorlukları sergilemeye çalışırlar (örneğin Çukurova’da pamuk tarlalarında çalışma zahmeti). Toptaş ise cinlerin, şeytanların, dedikoduların içinde insanları olduğu gibi bırakır. Daha doğrusu bu onu hiç ilgilendirmez. Kişiler öykü için vardır, her şey öykü güzel olsun diyedir.

Kolu bacağı kopmuş, çocukların top gibi oynadığı bir dayı (Uykuların Doğusu); ayının kaçırdığı bir kız (Gölgesizler), ölüsü kokmuş çocuğunun yarılmış karnını dikmesi istenen bir anne (Kayıp Hayaller Kitabı),  yok-kahraman Alaaddin’i ararken içinden geçilen bir dolu cinnet öyküsü (Bin Hüzünlü Haz)… HAT’ın romanları korkutucu, ürpertici öykülerle de doludur. Aslında bu korkutuculuğun bir muradı vardır: Akla kazınmak.

Çocukluğumuzda dinlediğimiz bir sürü cin, peri, hayalet öyküsü bizi hâlâ ürkütür. Çünkü bunlar bize gerçek diye anlatılırdı. Cinler, komşu Fatma Teyze gibi hayatımızdaydı örneğin. Masallarda ya da korku filmlerinde, en korkunç sahneler bile bilince kolay kolay kazınmaz. Ama evinizde erzak saklanan karanlık odada, bir cinin yaşadığını, gece gündüz upuzun saçlarını taradığını size anneniz, babanız ya da komşu teyzeniz söylüyorsa gerçekle gerçekdışı birbirine giriyor demektir. Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında da bu karmaşaya rastlarız; gerçekle gerçekdışı iç içedir. Çoğu kez gücünü buradan alır. “Hiçbir şey anlatmamış olmayı isteyen” (HveN, s.105) romancı, bunları zihnimize kazımayı ister.

Yazının başında bahsettiğimiz mistisizmden hatta İslam mistisizmden Gölgesizler’in, İngilizce basımının arka kapağında da bahsediliyor.  HAT hakkında yazılan bir yüksek lisans tezinin bir bölümü ise romanlarının tasavvufi okumasının yapılması önerisine ayrılmış. Bu okuma çok isabetli görünüyor:

 “Hasan Ali Toptaş romanlarındaki belirsizlik mefhumu, tasavvuftaki, “âlemin bir gölge ve hayalden ibaret olduğu” görüşüyle örtüşür vaziyettedir. Yine, tasavvuftaki sezginin önemi, Toptaş metinlerinin de başat özelliklerindendir. Okurun sezgisi, Toptaş metinlerini anlamlandırmada temel unsurlardandır. Her şeyin belirsizleştiği, örtük metinlerin gizemini çözmek için okurun dikkati ve sezgisi sürekli uyanık olmalıdır. Bu, tıpkı tasavvuftaki nefisten arınma mücadelesine benzemektedir.”

(Elif Türker, 2009, Bilkent Üniversitesi, http://repository.bilkent.edu.tr/bitstream/handle/11693/14892/0003842.pdf?sequence=1&isAllowed=y)

Toptaş, “Beckett ile Şehrazat’ın evliliğinden doğmuş bir çocuğum” der. (BYBDY s.79; detaylı hali HveN s.140’ta ). Denizli’nin mütevazı bir kasabasında, bu tuhaf evlilikten doğan, çok tuhaf bir çocuktur Hasan Ali. Postmodernizmde diyelim, Orhan Pamuk gibi sonuna kadar diretemez. Yaşar Kemal’in Ortadirek’i gibi bir köy romanı da yazamaz. Kafka gibi sıkı bir modernist de değildir. Doğu-Batı çatışmasının acısını, yürek ağrısı gibi çeken bir Oğuz Atay da değildir. Mevlana gibi bir tasavvuf ehli de değildir. Korku, ürperti, umutsuzluk, sayıklama içinde, belirsizlik ve gizler âleminde, edebiyat tanrısının himayesinde, işaretler arayarak yazar durur Hasan Ali Toptaş.

Bana bu Şehrazat ile Beckett’ın evliliğinde sorun varmış gibi görünüyor. Eğer annesini Şehrazat’a, babasını Beckett’a benzetmese de, her kim iseler oldukları gibi kalsalardı, sanki biz bugün kendisinden farklı bir biçimde bahsediyor olurduk. Belki şair Hasan Ali Toptaş derdik.  

Toptaş, Kundera’dan “belirsizliğin bilgeliği” kavramını almış, bunu pek sevmişti. Bu kavramın geçtiği sayfanın yanındaki sayfada, aynı hizada Kundera’nın Hermann Broch’tan alıntıladığı şu cümleler var, izninizle yazıyı ben de bu alıntıyla bitireyim:

“Bir romanın tek var olma nedeni, ancak bir romanın keşfedebileceği şeyi keşfetmektir. Hayatın o zamana kadar bilinmeyen küçük bir kesitini keşfetmeyen roman ahlaka aykırıdır. Bilgi romanın tek ahlakıdır.”  (Kundera, Roman Sanatı, Can Yay., 1. basım, s.18).

Ayşe Güren

3 Mayıs 2021 Pazartesi | 508 Görüntülenme

İlgili Kategori: Red

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir