Devrimci sanatçı kimlerin ekmeğini yiyemez?

Devrimci sanatçı kimlerin ekmeğini yiyemez? - Osman Çutsay

Resim:Max Bekmann

“SEZEN AKSU-MÜSLÜM GÜRSES TÜRKİYESİ”NDE KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ, SANAT VE ELEŞTİRİ

Neden medyaya bakmak ve kültür endüstrisini her cepheden ateş altında tutmak zorundayız. Eleştirmek için mi?

Değil.

Kapitalizm ve savunucularıyla, sosyalizm ve savunucuları arasında eleştirel bir ilişki bulunmuyor da ondan. Eleştiri kapısı kapalı yani. Yok böyle bir bağlantı. Marx’ın eleştiri vurgularını, tarihselliğinden soyarak anlayamayız.

Nasıl mı?  Neden mi?

Eleştiri, tenkit, kritik... Nasıl isterseniz öyle okuyabilirsiniz. Batı dillerine girdiği haliyle bu kavram, “kritik/critique” sözcüğünün Eski Yunan’a kadar giden kökeni (“kritike/krinein/kritikos”) itibariyle, “benzerler arasındaki farkları saptamak”, her durumda “ayırmak” olarak özetlenebilir. Benzemezler arasında bir eleştiri dili kuramazsınız. Zaten ayrı olanı, daha nasıl ayıracaksınız? Kıyaslama yapamazsınız. Demek ki, kapitalist yolcular her renkten hayranlarıyla (tabii günümüzde liberal solcular başta olmak üzere) kendi aralarında, sosyalistler de kendi aralarında eleştirel bir ilişki içinde olabilirler. Bir dil kurabilirler. Ama biz kapitalizmle sosyalizm arasındaki ilişkiyi, daha açık bir ifadeyle, piyasa ile bu piyasayı ortadan kaldırmaya yeminli sosyalist meydan okuma arasındaki ilişkiyi, benzemez ve uyuşmaz olmaları gerektiği için, eleştiri kavramına sığdıramayız.

Sosyalistler kapitalist yolcuları eleştiremez, kapitalist yolcular da sosyalist yolu seçenleri eleştiremez. Birbirlerini sevip sevmemeleri değildir mesele. Arada bir dil yoktur da ondan eleştiremezler. Sadece mücadele eder bu iki kamp; birbirlerini imha etmeye çalışırlar. Nazi işgalindeki Sovyet topraklarında saldırganlarla savaşan partizanlar gibi.

Uzun ve fazla sekter mi oldu?

Kısaltalım o zaman. Medyadan söz ediyorduk. İslamcı Ankara’nın tüm medyayı ele geçirdiği, herkesin ortak doğrusu artık. İslamcı hükümet, böylece rıza imalatına hız vermiş olduğuna inanıyor ve her seçimden başarıyla çıkmasını galiba buna bağlıyor. Ancak Türkiye kapitalizmi, bu tür tatlı rüyaları daha fazla taşıyamayacağını ilan etti. Halkın ne zaman “sahne alacağını” bilmiyoruz, kimse bilmiyor. İslamcı Türkiye Emiri de bilmiyor, o nedenle Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibine yatıp kalkıp dualar ediyor. “Eleştirel dualarını” ise HDP’nin solculuk satan milletvekillerine yapıyor, onları zindana attıktan sonra... İktidarını onlara borçlu çünkü. Bunlar birbirlerini elbette eleştirirler. Birbirlerine benziyorlar ve zaman zaman aradaki farkları vurgulamaları gerek.  

Türkiye Türkçesindeki sanat pratikleri de böyledir. Ya biz? Yani mevcut sanat pratikleriyle aramızda bir eleştirel ilişki olmamalı mı? Bunu ucu açık bir soru olarak şimdilik burada bırakalım. Dursun.

Medya Çöplüğünde “Entel Durumlar”

Bizim yanıt aramamız gereken asıl soru şu: Bu medya, Türkiye kapitalizmin kırıklarını yapıştıracak güçte mi? Bu medya, 82 milyonu birbirine yapıştırabilir mi?

Hiçbir şey yapamaz. Ama böyle bir izlenim yaratmazsa, İslamcı Türkiye’nin duvara çarpacağını en iyi bilen de o “emir”in bizzat kendisidir. Demek ki, böyle bir illüzyon şart. Halkın yarısını kendisine benzetebildiğini, kalan yarısının etkisini de medya, savaş atmosferi vs. irrasyonalizm serpiştiren bulutlar üzerinden nötralize edebileceğini düşünüyor emir ve adamları. Bu “adamlar” sadece siyasette değil, özellikle sanat pratiklerinde de yeterince var. Sanatçılarımız “eleştirel” bir ilişki içindeler Reis’in adamlarıyla/kadınlarıyla...

Gelmek istediğimiz yer, başka. Mesele, bu tür hesapların tutup tutmaması değil. Mesele, bu medyada, hele hele gazete sektöründe çalışan “cahil azaplar sürüsünün” özellikle de yönetim veya “köşeci” kademesindeki liberal sol saldırganların, artık pek bir anlam taşımamasında. Ortaya çıkan, bu. Doğan Grubu, başka bir sermayedarın eline geçti de ne oldu? Ne değişti? Sanat dünyası farklı mı?

O zaman soruların sorusu herhalde şu: Niye bekledi ve/veya bekliyor bu “muteber muhalifler”? Türkî veya Kürdî sosyal demokrasinin güllerinden söz ediyoruz. “Sadece gazeteciyiz” diye ortalığı velveleye vermeye çalışanlardan. AKP ve Erdoğan sonrası dönemin kahramanlığına oynayanlardan.

Son yıllardaki İslamcı operasyonlardan rahatsız olan (çünkü şiddete maruz kalan) bir dönemin yıldız muhalifleri, neden kendi bağımsız gazeteciliklerini kanıtlamıyorlar? Neden yüz binler satacak kitaplar yazmıyorlar. En önemlisi: Neden bir araya gelip ortalığı altüst edecek, iktidarı sarsacak haber-yorum siteleri oluşturmuyorlar? Hiçbir şey yapamıyorlar. Bu cazip şöhretlerin her biri diğerinden daha “kâzip”, yani yalan. Eski deyimle, her biri bir başka “şöhret-i kâzibe” imiş demek ki... Sahtekârlıkları o kadar alenileşti. 

Büyük medyanın iyi para kazanmış “muhalif zenginleri” bir şey yapamaz değildi. Parasal donanımları iyiydi ve hâlâ da iyidir, tuzları kurudur, ama entelektüel donanımlarının çok yetersiz olduğuna, kendi başlarına kaldıklarında halkın kendilerine hiç ilgi göstermediğini onlar da gördüler. Beklemedeler. Beklediler. İslamcı fırtınanın hafifleyeceği ve “sol görünümlülere rağbetin artacağı” kriz sonrası bir dönemin krallığına oynadıkları anlaşılıyor. En güzel örnek Can Dündar, Kadri Gürsel, Enis Berberoğlu, Mehmet Altan ve yüzlerce benzerleridir. Bunlar, arkalarında büyük sermayenin desteği olmadan hiçbir şey yapmadılar ve yapamazlar.

Bu kâzip şöhretlerin, pek eleştirel sanatçıların ve gazetecilerin, söyleyecekleri tek bir yeni sözleri yok, hiçbir yaratıcılıkları da yok. “Müşteri” bulma şansları yok, yani. Hani çok solcular ya, dikkatli okur ve izleyici aradıklarını varsayalım. O da yok. Yazdıklarına, yaptıklarına bakan, eden kalmadı.  Marifetleri yok, çok iltifat var sanıyorlardı, iltifat edenin de olmadığını gördüler: “Marifet iltifata tâbidir, iltifatsız marifet zâyidir.” Örnek mi?

Biri, Cumhuriyet gazetesinden verilebilir. Epey bir önce, kimileri belki hatırlar, çok okunduklarını sanan bazı zatlar (“sadece gazeteciler”) işsiz kalmış, İlhan Selçuk’a kapılanmışlardı, ama gazetenin tirajı onlara rağmen gerilemesini sürdürmüştü. Yalçın Doğan, Bekir Coşkun, Necati Doğru, Zeynep Oral, hatta galiba “başkâzip” Duygu Asena falan... Bir sürü “gazeteci”, üstelik pek de bir okunuyorlardı, burunları havadaydı. Hepsi gelip geçti, ama gazetenin tirajı sürekli düştü. Hiçbirinin herhangi bir gücü veya okuru (daha doğrusu “müşterisi”) yoktu. Galiba başka oyunların maşalarıydılar.

Buradan çıkarabileceğimiz bir erken sonuç şu olabilir: Egemen Türk medyasındaki “arslanların” sol ve muhalif geçinenlerden söz ediyoruz, ciddiye alınabilecek tek bir yanı yok. Bir müşterileri de yok. Fikirleri zaten hiç olmadı.

Ya sanat pratikleri?

Yüzlerindeki Maske İnince

İslamcı Türkiye, Türkçe medyayı ve içindeki muhalif liberalleri, her renkleriyle, bu acı gerçeğin önüne getirip bıraktı. Bu kitleyi damgalamış oldu. Kızgınlık belki bundandır. Ama bizim bu kızgınlığı ciddiye alacak ne zamanımız ne de halimiz var artık. Doğan Avcıoğlu’na, Aziz Nesin’e, İlhan Selçuk’a, Yalçın Küçük’e falan hiç benzemiyorlar, yani kendi güçleriyle bir şey kuramıyorlar. Ancak bir yerlere kapılanınca, maaşları falan çalışınca, gazeteci olduklarını sanıyorlar. Gerçekten bir ağırlıkları olsaydı, emekçi halkta ve ülkenin yaratıcı düşünce tarihinde olumlu bir yankı bıraksalardı, kendi işlerini ve yararlı haberciliklerini hemen firmalaştırmazlar mıydı? Ne bağımsız bir ağırlıkları ve ne de özgün bir yankıları olmuş demek ki!

Cumhuriyetin son kamucu kırıntılarını da kazıyan nevzuhur dinci “emirlik”, İslamcı Türkiye “Emirliği”, bu şamar oğlanlarını parlamentodan, medyadan toplayıp toplayıp hapsediyor, dövüyor, sövüyor...

Ama bunların üç-beşi bir araya gelip bir yayın kuramıyor, kurduklarına da kimse ilgi göstermiyor. Necip milletimizi o çok yaratıcı köşe yazılarıyla mutlu edemiyorlar mesela. Bir entelektüel artıdeğer yaratamadıklarının tanığıyız. Sezen Aksu-Müslüm Gürses Türkiyesi’nin muteber yazar-çizerlerinin “hal-i pür melali” tam da budur.

Türkiye çökmüş, her hücresiyle, buna kendisini solda satmayı başaran liberal Türk-Kürt azap sürüsü de dahil. Ama kapitalizm çökerse, yerine onu aşan bir düzen kurmak gerekmez mi? Bu soruya medyadaki ve sanat pratiklerimizdeki “muteber solun” olumlu yanıt vermesi beklenemez.

Peki, bu Türkiye’yi, 1980 eylülünde örtülü, 2002 kasımında ise açık İslamcı birer darbeyle harmanlandığından beri cumhuriyetsizleştirilmiş bu ülkeyi, onun gazetecilerini, sanatçılarını şu veya bu biçimde olumlayan, bu kurumsallıkta kalıcı bir ışık görenlerin, yani mevcut mülkiyet düzenini paramparça etmeyi düşünmeyenlerin, sanat adına bir şeyler üretmesi mümkün mü? Türkiye’yi gerekirse entelektüel zor kullanarak ileri götürmeyen biri, bunu sanatta yapabilir mi? Bu İslamcı Türkiye’de “ince sanat” hiç mi mümkün değil?

Soru, acımasız; kabul etmeliyiz: Bu çürümüş Türkiye’den, şu yerleşik Türkçeden, İslamcı rejimi ve onun piyasa dilini bir biçimde kabullenerek çıkan işleri, şiir, roman, müzik, renk, hacim, fikir vs. diye adlandırmak doğru mudur?

Yanıt, eski solu sarsacak kadar acımasız: Evet, maalesef doğrudur. Kendimizi aldatmayalım, insan lağımda bile yaşayabiliyor; ona uyum sağlayabiliyor. İslamcı Türkiye’deki sanata neden uyum sağlamasın?

İslamcı Türkiye ekonomide ve siyasette bir devamlılık sağlayabildi; aynı kader, sanatsal üretim için de söz konusudur. Dolayısıyla, sanat pratiklerimizi, geçmişte, özellikle 1960’lar ve 70’lerde solun egemenliğinde attığı adımları, ürettiği işleri yücelterek, bugüne ve yarına alternatif bir farklılık çıkaramayız. Türkçede ve Türkiye’de sanat âlemi bir bütün olarak, tıpkı parlamentosu gibi, bu enkazın yaratıcısı ve kurbanıdır. Kurtarmak mümkün değil, içinden bir çözüm çıkarmak da öyle. Ancak, indirgemecilikten ürkmeksizin galiba şu iki paralelliğe dikkat çekebiliriz:

1. Halkın itirazı var. En azından yarısı bu İslamcı rejime açık itiraz içinde. Yine de İslamcı Ankara’nın borusu ötüyor. Sanat dünyasının bundan daha farklı olduğunu kim ileri sürebilir?

2. Edebiyat örneğinde kalalım. Bu kurumun içinde de, bu satırların yazarı ve kimi okurlar dahil olmak üzere, bazı “itiraz mangaları” yok değil. Varız. Sanat âleminin en azından yarısı İslamcı Türkiye’nin sanat yöneticilerine bir itiraz içinde, hatta tepki gösterenler de var, ama İslamcı hegemonyanın laik destekli tahribatı, devasa boyutlarda bir kombina olarak üretim koşullarını çoktan belirlemektedir. Bu itirazı esas alarak, mevcut sanat ortamına kurtarılacak şeyler olabilir “rikkatiyle” yaklaşmak çıkmaz sokaktır. Neden, diye sorulabilir tabii... 

Tüm iyi değerleri tüketilmiş, cumhuriyetin getirdiği ilerici nitelikli tüm kazanımlar adeta kazınmış böyle bir ülkede, yaratıcı fikir, mevcut ülkeyi eskitip aşarak, yani ancak sosyalist bir yeniden kuruluşla anlam kazanabilir. Sadece Türkiye’nin devrimcilerince, onların jakoben müdahaleleriyle yaratılan değerler elden geçirilerek şu çökertilmiş cumhuriyetin ötesine geçilebilir. İslamcıların Türkiye’si, içinde bir köz gibi duran sosyalizm talebi dışında, büyük bir bataklıktır. Bir çöplük de diyebiliriz, egemen kültür odaklarına bakarak... Liberal güruh, bu bataklığın güllerini oluşturuyor. Tek sevindirici yan, 12 Eylül’den sonraki 38 yılda ve özellikle son 17 yılda, daha hâlâ, halkın yarısının bir itiraz içinde olmasıdır. Laiklik tutmuş görünüyor. Ama kendi başına bir yararı yok. Aynı “yararsızlık” sanat âlemi için de söylenebilir: İslamcı dayatmaya tepkilerin, kendi başlarına hiçbir önemi bulunmuyor.

Yepyeni, aşkın, sosyalist bir Türkiye ağrısı, onun doğum sancıları ve bağrışları yoksa, yazılan her şey suya, her itiraz, buza yazılmıştır ve bunların bir değeri bulunmuyor. Sadece mevcut mülkiyet rejimini saklamaya yarıyorlar. Edebiyatımız, tüm sanat pratiklerimiz, mevut mülkiyet rejiminin bir yankısı, yer yer çarpık da olsa, bir yansımasıdır. Değil midir?

Lağım Edebiyatı Yok, Lağım Edebiyat Var

Lağımdan, çöplükten söz ettik. Bugünkü anlamını şöyle geliştirebiliriz: Türkiye’deki sanat pratiklerine bir lağım, orada çaba gösterenlere lağım korucuları olarak bakmayan, bu “lağım kaderini” güzelleyerek yaşamaya ve yazmaya mahkûmdur. İtiraz ve eleştiriler de, ne yazık ki, bu lağım kaderini tamamlayan parçalardır.

Lağım ve lağımcılığın askeri bir tabir olduğunu da aklımızda tutarak soralım: Hepimiz mi olumsuz anlamıyla “lağımcıyız” yani?

Elbette bazılarımız değil, ama bunun bir önemi yok ki. Çünkü hepimiz bir biçimde bu lağımdayız. Dolayısıyla, çemberin içinde kalmayı önererek, bu çember içinden ve geçmişten bazı ayrıksı örneklerle, tepkilerle bugün ve yarına yönelik bir devrimci atılım yapılabileceğini ileri sürmek, mevcudu sürdürmek dışında bir sonuç vermez. “Lağım içre itirazcılarla” bir ömrü tamamlar ve çekiliriz. Kazanan, sermaye ve onun solculuğu kimselere bırakmayan liberal oynaşlarıyla el ele İslamcı-faşist yardakçıları olur. Onların belirlediği bir sahnede “zombileşiriz”...

Kendimiz dahil, bu çerçeveyi etkisizleştirebilecek miyiz? Bunu nasıl yapacağız? Bu işler entelektüel arenada öyle vur-kırla halledilmiyor. Plebyen direnişin şifreleriyle entelektüel direnişin veya entelektüel şiddetin şifreleri birbirinden çok farklıdır. Bir üst düzlemde yeniden kurgulanarak birbirleriyle konuşabilir hale getirilir belki bu iki düzlem. Tabii kolay değil, yoğun ve uzun süreli emek istiyor. Ama kriz kapıda, artık zamanımız da yok. Bu âlemin kuruluş ve işleyiş denklemlerini geçersiz ilan edip çarklarını kırmadıkça, kendimizi lağımın kaderine ortak ederiz. Peki, bu lağımı havaya uçurmak, bir çözüm mü?

Değil. Nihai çözüm değil. Ama bir başlangıç: Aşkın bir çözüme yönelik hafriyat hazırlığına böyle başlanabilir. Geçmişten, hatta geçmişin ileri, ilerici sanat pratiklerinden gelecek destek üç-beş tuğlayı geçmez. Bunlarla da bir geçici ocak kurabiliriz belki. Ancak yepyeni ve bize miras kalmış bu tuğlalara benzemeyen yapı taşlarıyla, geçmişe sığmayan fabrikalar kurarsak, sadece o zaman kendimizi kalıcı bazı adımlar atmış sayabiliriz. Bu da, sosyalizm ve sanat ya da sosyalizmde sanat gibi bir başlık altında irdelenebilir. Sosyalizmsiz artık bir bardak su bile içilemeyecek bir coğrafyada, bunu normal karşılamak gerek.

Sorun şu: Kendi aramızdaki tartışmaları hangi düzeyde gerçekleştireceğiz? Her solculuk taslayanı aramıza mı kabul edeceğiz? Kimi, neyi, neye göre reddedeceğiz? Zor durumdayız. Ülke, ekonomi, siyaset, medya, sanat pratikleri... Her şey patlamış durumda. Yeni patlamaların da eli kulağında... Steril ortamlardan ferah zamanlar çıkarma hayalleri kurmasın kimse. Mümkün değil. Her şey kaotik bir hercümerç içinde yeniden yapılandırılacak. Böylesine daha önce hiç tanık olmamıştık. Çöküşümüz yenidir, sosyalist kurtuluşumuzun sanat pratikleri de kökten bir yenilik içerecektir. Herhalde.

Osman Çutsay

26 Temmuz 2021 Pazartesi | 747 Görüntülenme

İlgili Kategori: Red

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir