Sami Gürel Aydınların Duvarlarının Derdinde

Sami Gürel Aydınların Duvarlarının Derdinde - Yeni Gelen Dergisi

B. Sadık Albayrak: Siz Galeri Net’i çalıştırırken Türkiye’nin neredeyse bütün aydınlarıyla tanıştınız, kimileriyle arkadaş oldunuz. Onlarla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Sözgelimi sizin kayıp bir tiyatro soruşturması kitabınız vardı; dönemin önemli bütün tiyatro insanlarıyla söyleşiler yapmıştınız. Muhsin Ertuğrul’la bir anınızı anlatmıştınız.

Sami Güler: Haldun Taner’e, “Biliyorsun”, dedim, “10 soruluk tiyatro araştırması yapıyorum. Muhsin Bey, başta beni bir türlü kabul etmiyor. Görüşmem için aracı olur musunuz?” Haldun Taner, elbette, diyerek yardımcı olmak istediğini söyledi. Cağaloğlu yokuşundayım ben, Galeri Net diye bir yeri çalıştırıyorum. Antik mağaza diyelim, kitapevi. Birkaç gün sonra, Haldun Taner geldi, “Sami”, dedi, “salı günü gidebilirsin Muhsin Bey’e görüşmeye.”

“Alo”, dedim Muhsin Bey’e. “Gelmek istiyorum size”.

“Hay hay buyur gel”, dedi.

Stanislavski’yi Çağrıştıran Muhsin Ertuğrul

Salacak’ta oturuyordu. Muhsin Ertuğrul’a gittim. Sorular soruyor. “Tiyatroya niçin başladınız?”

Sanki beni sorguya çekiyor. “Tiyatro neden sizi tuttu, yakanızı bırakmıyor?” dedi, sonra ekledi: “Bu soruları ayaküstü yanıtlayamayacağım, bırakın o yazıları siz, ben Gazeteciler Cemiyetine uğrarım haftada bir, geçerken yerinize bırakırım.”

“Teşekkür ederim, olur”, dedim.

Soruyorum yine Muhsin Ertuğrul’a: “Siz Batı tiyatrolarını biliyorsunuz, bütün Avrupa tiyatrolarını biliyorsunuz. Bizde de tiyatroyu bilimsel anlamda oturtmaya, öğretmeye çalışıyorsunuz. Stanislavski sizin elinizden tuttu mu?”

“Onu nereden çıkardın”, dedi.

“Ben, sizin oyunlarınızda, sizin tiyatro felsefenizde Stanislavski’yi esinledim.”

“Bu konuyu kapat” dedi.

Ve ahbaplığımız geldi gitti, geldi gitti tuttuuu. Bir gün,

“Renginizi biraz solgun görüyorum”, dedim, sarımtırak renk.

Elif’in Bacayı Açan Reçetesi

“Aşağıda ne yakıyorsun sen” dedi.

“Aşağıda odun yakıyorum. Kömür yakıyorum. Eski çerçeveleri yakıyorum. Beğenmediğim resimleri yakıyorum.”

“Çekmiyor” dedi.

“Çekiyor, Ali Efendi şimdi baktı.”

 “Ulan”, dedi, “peklik (kabızlık) çekiyorum. İdam mahkûmundan kötüyüm.”

“Öyleyse”, dedim, “annem Elif, babam İbrahim’e bir ilaç yazdırırdı.”

“Ne gibi” diye sordu?

“Ebegümeci suyu, dereotu suyu, ıspanak suyu, sabahları yarım bardak suda içilecek. Sonra baca çekecek.”

“Tamam, yazayım” dedi. “Ne?..”

“İşte dereotu suyu, ıspanak suyu, ebegümeci suyu. Kaynatılıp yarım bardak sıcak suda içilecek.”

Bir hafta sonra geldi Muhsin Bey.

“Renginizi iyi gördüm efendim.”

“Elif’in reçetesi işe yaradı” dedi.

Tabii, birkaç ay geçti, Ege’ye gidecek Muhsin Ertuğrul. Dedim, “Efendim Ege biraz sıcaktır şimdi. İzmir’de oksijen azdır. Hani reçetesiz gitmeyin gene.” Bir kahkaha patlattı bu. Gitti ve Ege Üniversitesi Tiyatro bölümü açılırken sahnede kötüleşti. Ve gitti… Anı işte bu.

Dr. Hikmet’e Rembrandt’ın Anatomi Dersi

Şimdi, Aziz Nesin, bu yazıları görürdü de, hatta bazı dostlar, İlhan Berk, Ece Ayhan gibi, sorarlardı: “Kim çevirdi bunları?”

“Valla, bi salak arkadaşım var, yani ara sıra geliyor yanıma. Nerden çevirdiğini bilmiyorum.”

Beyinsel Kirizma notları… Sevgi üstüne, estetik üstüne, tiyatro üstüne, Michelangelo üstüne. Ne demek Michelangelo ya… Bakın gene çıktı o kâğıt, şu ustalar (Sami Gürel, el yazısı ile alfabetik tüm dünya ressamlarının ad ve doğum-ölüm tarihlerinin olduğu kâğıdı bize gösteriyor,) ellişer daktiloluk sayfa yazılmış, hazırlanmış elimin altında. On on beş sene uğraştım. “Michelangelo, öğrenip de ne yapacaksın” diyor bana Fakir Baykurt, “Michelangelo kim sen kimsin ya!” Ee, bunu ben söyleyemem ki neden öğrendiğimi.

Akademi geliyor Galeri Net’e, resimleri seyretmeye. Diyelim, Bülent Ecevit, annesini getiriyor. Fahri Korutürk, eşi Emel Hanım’la geliyor. Ee, şimdi en üst eğitmenler bunlar diyelim. Halk geliyor buraya. Ben tutup orada Brueghel’i anlatıyorum. Rembrandt’ı anlatıyorum.

Bir gün Doktor Hikmet Kıvılcımlı geçiyor kapının önünden.

“Efendim dedim, böyle buyurun Teşrih Masası aşağıda.”

“Nee?”

Teşrih Masası Rembrandt’ın tablosu, 1,20’ye 1,80 cm. Muazzam bir yapıt. İndirdim Kıvılcımlı’yı aşağıya. “Buyurun”, dedim, “işte, Teşrih Masası”. Hikmet Kıvılcımlı ile ahbaplığımız öyle başladı.


Rembrandt’ın Anatomi Dersi tablosu.

Aziz Nesin ile Oğuz Akkan’a İki Kere Satılan Tablo

Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Melih Cevdet Anday, ünlü adlar sık sık uğrarlardı Galeri Net’e.  Bir gün, kapının önünde Dikiş Diken Kadın var, Renoir’ın eseri. Aziz Nesin geldi, aldı o resmi. Parasını da ödedi. Ama tabloyu almadan gitti. İki ay geçti aradan gelip almıyor. Oğuz Akkan var, Nobel yayınlarının sahibi, o zaman yayınevinin adı öyleydi, sonra adını değiştirdik. Oğuz Akkan’ın çocuğu oldu, Cem. Sonra yayınevinin adı benim önerimle Cem Yayınları oldu. Oğuz Akkan beğenmesin mi, o Dikiş Diken Kadın resmini. Aldı.

B. Sadık Albayrak: Aziz Nesin almamış mıydı o tabloyu?

Sami Gürel: Aldı ya, iki ay geçti aradan. Almayınca ticarette, Ticari Kanuna göre öyle bir şey var, satabilirsin… Oğuz da çok sevdiğim bir arkadaşım. Oğuz’a sattım o resmi.

Birkaç gün sonra, Aziz Nesin geldi, “Sar tabloyu” dedi. Ben tabii, ne diyeceğimi bilemiyorum. “Bir dakika efendim”, dedim. Yan tarafa geçtim, Almanya’daki firmaya bir not yazdım. Oradaki çocuğa, “Şunu Almancaya tercüme et. Münih’ten uçak kargosuyla yollasınlar” dedim. Renoir’ın Dikiş Diken Kadın tablosunu… Döndüm galeriye.

Aziz Nesin, hiçbir şey söylemeden çıktı gitti. Bir hafta sonra telefon ettim, geldi. Sarmış hazırlamıştım. Aziz Nesin açtı, bir de kontrol etti yani, aldığı resim mi değil mi? Aldığı resim tabii. Öylece ahbaplığımız başladı.

Ataç’ı Heyecanlandıran Son Kuşak Şairleri Antolojisi 

Güler Mirza: O dönem yazıyor muydunuz Sami Bey?

Sami Güler: O dönemde yazıyordum da, antolojiler çıkıyordu, Nurullah Ataç’ın da sözünü ettiği, onlara yapıtım demiyorum. Hani, “Attila İlhan, bir büyük şairin gölgesine yaslanmış yürüyor. Şiiri korkunç bir imaj yağmuru örülü, dizginsiz bir söyleyişe sahip...” Antolojiden bir ya da iki cümle… Nurullah Ataç sonra anlattı bana: Ulus’ta dolaşırken vitrinde görmüş kitabı. Kitap “Son Kuşak Şairleri”. Son kuşak… Kuşak sözünü uydurduğu için, e, ben de kullandığım için, girmiş dükkâna. Bir lira falan zaten. Almış kitabı, sokmuş cebine. Bir gün Nurullah Ataç ,Tahsin Yücel’e sormuş: “Kim bu Sami Gürel denen adam?” Tahsin Yücel, “O, bir eğitmen” demiş. Nurullah Ataç, Tahsin Yücel’e “Bana bi göster onu” demiş. Tahsin Yücel gösterdi beni ona. Tanıştık, anlaştık. Önce kavga oldu, sonra barıştık.

Sizin Evde Duvar Var mı?

Ressamları çalışıyorum, öğreniyorum. Galeriye gelenlere soruyorum. Yaşar Kemal geldi, diyelim, “Ağabey” diyorum, “sizin evde duvar var mı?” Ee, tabii, bana bir küfür sallıyor.

“Ben çadırda mı oturuyorum ulan” diye.

“Hayır efendim, çadır daha iyidir ama buradaki evde duvar var mı?”

“Var, ne olacak” diyor.

Gustav Courbet’nin “Taşkıranlar” tablosu; zincire vurulmuş mahkûmlar yol yapıyorlar. Courbet, realist resmin dünyadaki sayılı fırçası. Onu götürüp evine asıyoruz. Otuz yılım geçti bu işçilikte, galericilikte. O günlerden şunu çıkardım; estetik ve felsefe, kuzey ve güney kutbu gibidir. Yani birbirinden ayrı değildir. İki kutuptur, bir dünya oluşturur, dedim ve oturdum duygularımı düşüncelerimi yazmaya çalıştım. İşte bu kitaplar çıktı.

Estetik yani sanat; zorunluluğun değil, boşluğun, anlamsızlığın değil, olağanlığın doğurduğu yaşamsal bir olgudur. Bir duyarlık ve ussallık sentezi süzgeci aracılığıyla sanki tüm yaşam buradan gözlenir, gözetlenir. Estetik budur. Bununla estetiği anlatıyorum. Dehaların ürünü olan sanatın,  alanı geniş ve çeşitli, sınırları sonsuzdur. Olanı ya da olması gerekeni vermiştir. Yaşamı, insan hayatını, doğayı, ışığın ve akışın devinimini simgeler çünkü sanat. Sanatın açımlanması oluyor bu.

Diyorum ki bu kitap, “İnsanın insan oluşu, kurtuluşu yolunda emeği geçenlere ve ışığın tarihini yazanlara adanmıştır”. “Bu ne biçim laf ya”; Fakir Baykurt öyle dedi. Sonra özür diledi. Bir mektup yazdı Almanya’dan. Mahmut Makal da okumuş ancak bir şey anlamadığını söylemiş. Aşk sözlerini anladığını ancak gerisini anlamadığını söylemiş.

Estetik Ölçübilimdir

Estetik, bence arınmadır. Ölçübilimdir. Ben bir yerlerden okumadım. Kendim icat ediyorum. İcat etmediğim bir şeyi de savlamam, iyidir ya da kötüdür diye.

Oturuyoruz bir yerde, Mehmet Ali Aybar’a dedim ki; “Üstadım bak, eve gittik gördük, duvarlar bomboş.  Senin dünya kadar çevren var. Estetikle işimiz olmalı bizim.”

Mehmet Ali Aybar böyle dik dik baktı bana. “Tamam” dedi. Yani şimdi benim haddim değil ama, diyorum, Rembrandt burada olmalı, Boticelli burada olmalı, Courbet burada olmalı. Aybar, Türkiye İşçi Partisi’nin genel merkezine götürdü. Cağaloğlu’nda bize komşu. Dedim, “Bu duvar bomboş, buraya şunu asalım.” Buradan girerek, üniversitedeki hocalar, İsmet Sungurbey dahil, o Özek’ler dahil, estetik hizmetim oldu diyeyim ben.  Boş diyorum ya o duvarlar… Cağaloğlu’ndaki bütün yayınevleri, editörler Avrupa’yı didik didik biliyor adam ama duvarı bomboş. Bir estetik eser asıldığı zaman insanı başka yere götürüyor. Orda tut ki bir Boticelli var. İşte bu insanı arındırıyor.

B. Sadık Albayrak: Ben bir kitabı eleştirirken bir sosyalist avukatın anılarını okudum. Şansal Dikmen, anılarında şöyle diyor: “Biz üniversitede öğrenciydik, bir gün bizi Türkiye İşçi Partisi’ne götürdüler. Mehmet Ali Aybar’la görüşmeye gittik. Ben baktım ki Mehmet Ali Aybar’ın odasında resimler, tablolar asılıydı. Koridorlarda tablolar asılıydı. Başka bir yerde biz böyle bir şey görmemiştik”. Çalışmalarınızın izini Güler,  Nurullah Ataç’ın Günce’sinde buldu, ben de bu anılarda rastladım. Bunlar boşa gitmiyor. Bakın o, altmış küsur yaşında adam bunu hatırlıyor. Yani elli yıl önce ilk defa gittiği yerdeki o resimleri hatırlıyor. Dediğiniz gibi estetik arınma yaratmış.

Galeri Net, Cağaloğlu’nda Bir Atölye, Bir Okul

O yıllarda mülkiyet kavramı bende toplumsal. Galeri Net’in sahibi, “Gel, bak sana Sevim’i vereceğim. Ama evlisindir”, dedi.

“Boşanayım” dedim, “madem, Sevim’i vereceksen öyle ver bana.” Latife tabii. Şuraya geleceğim. İnkılâp kitapevi kurucusu Mazhar, onun üstünde Remzi, onun üstünde Semih Lütfi Uğur, Cağaloğlu yokuşundaki bütün yayıncılar galerinin önünden geçiyorlar. Ben her gün elimde bez, camları siliyorum. Tabloların tozlarını alıyorum. Aşağıda da ressam arkadaşlar çalıştırıyorum, ressam Burhan Uygur gibi, Akademi’de son sınıf öğrencisi. Diyorum ki bir resim yap, harçlığını al benden. Bir atölye orası. Ee, İnsanlar geliyor. O zaman Cağaloğlu’nda ya da İstiklal Caddesi’nde, Taksim’de, Şişli’de galeri diye bir şey yok ki.

Burada kendi kendime ustaları okurken, kendi özümü kurdum. Rönesans niye Floransa vadisinde doğdu? Niye dünyanın ilk kültürel kuytusu Babil, Kalde, Elam’dı? Okudukça, gittikçe bir şeyler oluşuyor insanda. Bir de bunları okudun, öğrendin, peki bu öğrenim ne işe yarayacak?

Söyleşi: Güler Mirza – B. Sadık Albayrak

Yeni Gelen Dergisi

3 Mayıs 2021 Pazartesi | 563 Görüntülenme

İlgili Kategori: Köprü

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir