Faşizmin Tahammül Edemediği Notalar

Faşizmin Tahammül Edemediği Notalar - Ekrem Ataer

Bu başlıktan sonra rahatlıkla sorabilirsiniz, “Faşizm güzel olan neye düşman değil ki?” diye. Aslına bakarsanız muktedir olanın; kendisi gibi olmayan, düşünmeyen, yazmayan ya da söylemeyeni yok saymak, dikkate almamak ve ileri aşamasında müdahale etmek, derinlerinde yatan potansiyel hastalığıdır. Dinlerin de, yönetim erklerinin de hatalı genidir sanki bu refleks. Hemen çıkmasa da birkaç nesil sonra bu hatalı ve kavgacı gen mutlaka bir açık verir. Bu tatsız tuzsuz aşın “demokrasi” diye de sosu olmasa yenilir yutulur şey değildir hani! İktidar, muktedir olanı içten içe yiyen garip ve sanki tanrısal bir hastalık gibidir. Öyle bir hastalık ki, kendine sürekli yeni tanrılar yaratan ve yarattıklarını yok edip yenileri, daha yenileri, en yenilerini isteyen…  Kendi kuyruğunu yedikçe semiren bir yılan gibi. Toplumların kendilerine “tanrı” yaratma mı yoksa kitlelere “tanrı” dayatma mı diyeceğimiz çift bilinmeyenli garip bir denklem gibi. Faşizm ise bu işin endazesinin kaçıp şirazesinin kaydığı durumdur bence. Gariptir ama genelde bütün faşist yönetimler seçimle işbaşına gelirler ve genelde kavga gürültüyle giderler. Faşizmin tarihine baktığımızda inanılmaz kitle desteklerine tanık oluruz. Sonrasında zulüm ve acılar, bu sefer yine aynı kitlesellikle ve tamamen farklı bir refleksle yok edilen diktatörler. Ve yine gariptir ama hemen ardından yenileri gelir ve onlar da giderler. Onlar iktidarlarını güzel olan her şeye saldırarak sağlamlaştıracaklarına inanırlar, ilk saldırdıkları alanlardan biri ise sanattır. Bir taraftan sanatı kontrol altında tutmaya çalışırken, diğer taraftan kendi sözüm ona sanat piyadelerini yaratmaya da gayret gösterirler. Bilmezler ki karşılarına aldıkları binlerce yıllık insanlık tarihinin imbiğinden geçmiş, gücünü, üretim enerjisini insandan alan ışıklı bir yol; diğeri ise gücü ve kaynakları kesilince yok olup gidecek, yaltaklanmaya programlanmış bir android ordusu.

            Bu nasıl bitmeyen bir senyödür (Müzikte tekrar ve dönüş işaretidir)?

            Bu yazdıklarımızın örneklerini insanlık en çok 30’lu -  40’lı yıllarda yaşadı.

Tahmin ettiğiniz gibi savaş yıllarından ve Nazi Almanya’sından bahsediyorum. Faşizmin en azılı ve aşikâr yıllarından. Yasaklanan müzisyenlerden ve hatta öldürülenlerden.

1927-1945 yılları arasında Almanya ve etkileşim halindeki coğrafyalarda sanatçılar için tahammül edilemeyecek bir süreç yaşandı. Nazi Almanya’sının resmi anlayışı ile üretilecek olan sanat, mutlaka ve mutlaka Germen ırkının kültür izlerini taşımak zorundaydı. Bu programın uygulanması ve sanatta resmi anlatımın hâkim olması düşüncesi ile Goebbels liderliğinde Reich Kültür Dairesi kuruldu. Nazi ırkçılığının resmi dayatması sonucu tüm sanat ve kültür dünyası kontrol altına alındı. Sanatını rahatça icra etmek isteyen her sanatçı Reich Kültür Dairesi’ne üye olmak, bir anlamda ruhsat almak (!) zorundaydı. Kurumun başında olan Goebbels’e ise akla ziyan bir unvan verilmişti:

“Aydınlanmadan Sorumlu Propaganda Bakanı (!)”

Sisteme uyan sanatçılar, iş güvencesi ile devlet çatısı altında (!) maaşa bağlanmışlardı. Onlar her ay aldıkları maaş ve iş güvencesi ile keyifle “üretmeye” devam ederken aslında sistem, kamuoyunun gözünde de kurnazca bir denge oluşturmuştu: “İşini iyi yapana devlet niye dokunmuyor ve destekliyor, demek ki diğerleri devlete ve devletin sarsılmaz temellerine zarar veriyor. Onun için gördükleri her zulüm mubahtır, çünkü onlar Alman halkının ve devletinin düşmanıdırlar” algısı. Hiç de yabancı gelmedi bu, değil mi?

Bu satırları okurken bir an yüzünüzde hafif bir tebessüm ve gerginlik hissettim. Yanılıyor muyum? Hafızanız size çok bildiğimiz ve yabancı olmadığımız örnekleri hatırlatıyordur sanırım!

Bu arada Hitler de tabii boş durmuyor; sergiler geziyor, hatta resim yapıyor, hitabet dersleri alıyor, sahne duruşu eğitimlerinden geçiyor ve bol bol Beethoven, Wagner ve Bruckner dinliyordu. Öyle ya, adam aslında sanat ve sanatçı düşmanı değildi; sanat diye yutturulan bu ne idüğü belirsiz bölücü eylemlerle mücadele ediyor, sanatçıyım diye ortalıklarda gezinen Alman ırkı düşmanı “Yahudi bozması” takımla boğuşuyordu. Yoksa o da normal bir insandı; müzik dinliyor, tiyatroya gidiyor ve hatta “resim” bile yapıyordu. 

Süreç içinde caz müziği, Gustav Mahler ve Felix Mendelssohn eserleri dinleyenler toplama kamplarına gönderiliyordu. Hitler, onaylamadığı sanatçılara ve eserlerine “deli ve ahlaki yönden bozuk” yaftasını yapıştırmaktan da geri kalmıyordu. “Halk bu dengesizleri tasfiye edecektir. Cezaevlerine gitmeliler” diye beyanatlar veriyordu.

Dönem içinde birçok müzisyen Almanya’yı terk ediyordu. Bunlardan en önemlilerinden biri de 20. yüzyılın başarılı bestecisi, piyanist ve halk müziği derleyicisi Bela Bartok’tur. Yahudi değildi ama Nazi rejiminin yükselişe geçmesine ve Yahudilere uygulanan zulme karşıydı. 1940 yılında ABD’ye göç etti. Bir açıklamasında: “Beni tamamen etkileyen ana fikir, insanlar arasındaki kardeşliğin tüm çatışmaların üstünde olmasıdır”  demişti.

Süreç içinde Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınan müzisyenler de vardı. (O dönem birçok bilim ve sanat insanı Türkiye’ye sığınmıştır, konumuz müzik olduğu için yalnızca onlardan bahsedeceğiz.)

1945'e kadar Almanca konuşulan ülkelerden yaklaşık 1000 sığınmacı Türkiye'ye göç etmiştir. Türkiye tarihçisi Stanford Shaw bu konuda şöyle yazıyor:

“Atatürk ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından Hitler'in öğretim ve bilimden ihraç ettiği insanlardan faydalanıp, yüzlercesini Türkiye'ye getirterek Türkiye'deki üniversitelerin ve bilim kurumlarının önemli ölçüde geliştirilmesini sağlamalarıyla, Yahudi sığınmacılara yapılan Türk yardımı 30'ların ilk yıllarında başlamıştır.”

Bu süreç içinde Türkiye’ye, önemli müzik insanları sığındı ve bu güne kadar gelen müzik kurumlarının temellerini inşa ettiler. Bunlardan en bilinen üç tanesi ise Türkiye müzik tarihine isimlerini yazdırmayı başarmıştır:

Licco Amar, Macar keman sanatçısı, Ankara Devlet Konservatuarı'nda müzik öğretmenliği yaptı, ardından Almanya'ya döndü.

Paul Hindemith, keman ve viyola sanatçısı, eğitimci, müzik teorisyeni ve orkestra şefidir. Ankara Devlet Konservatuarı’nın kurucusudur, 1935-1938.

Eduard Zuckmayer, müzisyen ve müzik eğitmeni, Ankara’da önce Musiki Muallim Mektebi, ardından Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü Başkanı, 1936-1972.

ONLAR O KADAR ŞANSLI OLAMADILAR AMA İNSANLIK TARİHİ DE ONLARI UNUTMADI

Nazi Almanya’sında kamplar müzisyenleri de rahat bırakmadı. Kamplarda toplanan onlarca müzisyen bir taraftan zulüm görürken diğer taraftan üretimlerine devam ettiler.  Kısacası Nazi kamplarından notalar, senfoniler yükseldi.

Nazi Almanya’sının faşizmine boyun eğmemenin bedelini kamplarda yaşamlarıyla ödeyen ünlü bestecilerden bazıları:

VIKTOR ULLMANN (1898-1944)

Silezya doğumlu ve Yahudi asıllı dünyaca ünlü kompozitör ve orkestra şefidir. Prag’taki Yahudi Cemaati’nin tüm çabalarına rağmen 8 Eylül 1942 yılında eşiyle birlikte Terezin Toplama Kampı’na gönderilir. Nazilerin Theresienstadt dediği kampta kaldığı süre boyunca 23 eser verir. Bunlar arasında 3 piyano sonatı, bir yaylı kuarteti, Yahudi şarkılarının koroya uyarlanması, tek perdelik operası Der Kaiser von Atlantis sayılabilir. Ullmann, kampta kendisi gibi müzisyen olan Pavel Haas, Hans Krasa, Gideon Klein ve Zikmund Schul gibi isimleri destekler.16 Ekim 1944’te Auschwitz’e gönderilir ve iki gün sonra öldürülür.

PAVEL HAAS (1899 - 1944)          

Tiyatro ve film müziğinin önde gelen isimlerindendir. ‘The Charlatan Operası’, ‘String Quartet 2 ve 3’, ‘Suite for Obeo’ gibi olağanüstü eserlere imza atar. Terezin’deki son senesinde yazdığı ‘The Four Song on Chinese Poetry’ eseri ise en büyük yapıtları arasına girmiştir. 16 Ekim 1944’te diğer besteciler gibi Auschwitz’e nakledilir ve gaz odasında öldürülür.

ZIKMUND SCHUL (1916 - 1944)

Kompozitör ve orkestra şefidir. Aynı zamanda çok başarılı bir viyolacı olan Schul’un Terezin’den kalan eserlerinin arasında ‘Duo for Violin and Viola’ ön plana çıkar. Zikmund Schul, kampta Ullmann ile sık sık bir araya gelip modern müzik üzerine uzun tartışmalar yapar. Zikmund Schul, 1944 yılında henüz 28 yaşındayken Terezin Toplama Kampı’nda öldürülür.

GIDEON KLEIN (1919 - 1845)     

Moravya’da dünyaya gelir. 1939’da Charles Üniversitesi’nde müzikoloji okumaya başlar. Fakat Kasım ayında Çek üniversiteleri Naziler tarafından kapatılınca Klein da konservatuvardan zorla çıkartılır. 4 Aralık 1941’de, Terezin’e gönderilir. Kampın zorlayıcı şartlarında yetimlere öğretmenlik yapar. Besteci olarak da, birçok koro parçası, bir piyano sonatı, yaylı çalgılar dörtlüsü için ‘Fantasy and Fugue’u yazdığı bilinir. Auschwitz’e gönderilmeden hemen önce yaylılar için Trio’yu bitirir. 26 yıllık hayatı boyunca çoğu Terezin’de olmak üzere 25 özgün esere ve 10 düzenlemeye imza atar. 1990 yılına dek bestecinin gençlik çalışmalarının kayıp olduğu düşünülüyordu. Klein’ın bir arkadaşı savaştan 

Ekrem Ataer

17 Haziran 2021 Perşembe | 637 Görüntülenme

İlgili Kategori: Köprü

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir