Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanının iletisi neydi?

Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanının iletisi neydi? - Turan Alptekin

Şehnâme’de, Firdevsî’nin kendisi için ne söyleyeceğini merak eden Timur (aksak Ti-mur), çağ göreneklerine uyarak açtırdığı falda,  “Arslanların gezindiği çöllerde şimdi topal tilki dolaşıyor” anlamındaki dizeler çıkınca, gülerek: “Vallahi Firdevsî ölmemiş!” der.  Nükteyi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, müsveddelerine dayanarak Profesör Handan İnci’nin yayına hazırladığı “Suat’ın Mektubu”nu okurken anımsadım (Ahmet Hamdi Tanpınar, Suat’ın Mektubu, Hazırlayan Handan İnci,  2018) ve kendi kendime, “Tanpınar da ölmemiş!” demekten kendimi alamadım: Yazar, kahramanı ile, karşımda duruyordu.

Falih Rıfkı Atay: “Goriot Baba’yı okuduğumda, bir süre, her köşe başında onu göreceğimi sandım”  diyordu. Unamuno’nun kahramanının, kendisini öldürmek isteyen yazarına direnişini çağrıştıran Tanpınar’ın kahramanınınki ise tam bir başkaldırı idi.  

“Suat’ın Mektubu”nun yayımlanışını, bunun için üzerinde durmaya değer buluyorum: Tanpınar, okuyucuyu eserinin çok-anlamlılığına eğilmeye çağırıyor.

Hermann Hesse’nin, Bozkır Kurdu (Le Loup des Steppes, 1927) romanını, yayımlandıktan yıllar sonra ancak Ahmet Cemal’in çevirisiyle okuma imkânı bulduğumdan bu yana; Suat’ın, Mümtaz’ın, Nuran’ın, hattâ İhsan’ın -romanda yer alan bütün öbür yüzlerle birlikte-, Tanpınar’ın düşünce prizmasında, yazarın bütünleşmeye çağırdığı kişilik parçaları olduklarını düşündüm. Olguyu, Handan İnci hanım da görmüş olmalı:  Mümtaz’ın Suat’ı “ilk gördüğü anda, Suat ışıklar içindedir. Denizde kırılan bütün ışıklar, Suat’ın yüzünde toplanmış gibidir” (“Gönderilmeyen Mektup”, H. İnci, s.13); ve bu bize genç Tanpınar’ın Yahya Kemal’ini (romandaki İhsan) anımsatır. “Ferahfeza’nın hasreti içinde” Nuran’ın hayali de, Suat’le birleşir (H. İnci, s.18); çok okuyan, cesur düşünen Suat, hayat içindeki duruşu düşünceleri, yaşayış biçimiyle Mümtaz’ı hep etkilemiştir, vb.

Fakat şimdi,  yine Dr. Handan İnci’nin dikkatiyle, bir başka görünüm de buna katılmış bulunuyor: Suat’ın, Mümtaz’ın yaşamındaki varlığı çocukluk yıllarına dek inmede, ortaya çıkışı ise (tefrikada yer alan bir cümleden anlıyoruz),  Nuran’a yazdığı mektupla olmadadır. Bir süre sonra da, Mümtaz’ın zihninden çıkıp yaşamına karışan bir varlık olacaktır. Artık, Mümtaz halüsinasyonlar içinde, yanında Suat’ı yürüyor görmede, onunla konuşmaktadır.

Suat, artık, yalnızca bir  “karşı-tema” olarak değil, Goriot Baba gibi, bütün büyük roman kahramanları gibi, güçlü bir kişilik olarak yer almak istemekte, yazarını buna zorlamaktadır.

***

1955 yılında, üzerinde çalıştığımız bir konuyu “dikte” ederek yazdırdığı sırada,  “Hiçbir muharrir yoktur ki kendi neslinin bir hikâyesini yapmasın!” dediğinde, “Sizin, neslinizin hikâyesi olarak yazdığınız eseriniz hangisidir?” soruma karşı,  Tanpınar, “Evin Sahibi” hikâyesi ile  “Huzur” romanının bu çizgide anılabileceğini söylemişti.

Suat’ın Mektubu;  Huzur romanı ile  “Evin Sahibi”  arasındaki bağla birlikte;  “gizli ve devamlı misafir”  Suat ve Mümtaz’ın ortaklıklarını da açıklıyor.

 “Ev, konak” imgelerinin, oldukça yaygın, ‘üzerinde yaşanan toprak’ anlamına, yaşananların üstüste katlar oluşturduğu ‘bilinç’ anlamının eklendiği “Evin Sahibi” hikâyesi;  İstibdad yılları insanlarının yerel anlatılarla besledikleri yaşam ve ölüm korkularını,  yaşamlarına yön veren bir “sahip”, bir ev sahibi gibi algılayışlarını anlatır: Korku, bir ölüm korkusu biçiminde bütün yaşamlarını ele geçirmiş; bilinçlerine egemen evcil bir yılan gibi onlarla birlikte yaşamaktadır.

Meşrutiyet yıllarında,  artık konağın dışında özgür ve yeni insan, bu kez onun gerçek varlığını görecek,  ölümü yanıbaşında duyarak yaşamaya başlayacaktır. Açlık, savaş, verem;  her yerde “o” vardır:  “Eski düşman, evin sahibi”,  konağın egemen gücü, masalların korku verici yılanı, “kaypak sırtını kabarta kabarta, yağlı halkalarını çöze bağlaya”, “acayip ve girift bir sarmaşık gibi” her yerde dolaşmada, insanları “birbirine kenetliyerek onları bir kütle gibi yoğurmadadır”. “En iyisi hiçbir şey düşünmemek, hiçbir şey görmemek, hiç yaşamıyor gibi yaşamaktır.” (Tanpınar, “Evin Sahibi”, Abdullah Efendinin Rüyaları, 1943, s.141) “Sakat bir bacak, delik deşik iki ayak, şöyle böyle ancak tutunabilmiş bir vücutla” da olsa “Evin Sahibi”nin kahramanı, “çocukluğunu altüst eden, yaşamını bir cehennem yapan korkunç mahlûkun ağır halkaları”nı düşlerinden hiç atamayacaktır.

Huzur’un kahramanları, -Mümtaz,  Suat-, bu kuşağın insanları idiler.  Fakat bir “zihin” dünyası olan insanlardı. Sanat ve duyarlılık eğitimleri vardı. Onu, aşkla, güzellikle sanatla yenebilirlerdi.

Onların yanında,  umutları geçmiş günlerin düşlerine takılmış, ne ondan kurtulabilen, ne de ona dönebilen, hiçbir tutkuları, hiçbir varlıkları olmadan, hiçbir şeye aldırmadan, bütün kavgaların dışında, günlük geçimlerinin peşinde,  kendi kendileri olarak yaşayan, bir sınıf halk  daha vardı. Onlara ne olmuştu?  

Hayri İrdal gibilerin yaşamı; geçmiş günlerin anılarına gömülmüş, gelecek günlere umutla bakan ve onun için çabalayan insanların yaşamı: savaşla birlikte değişen koşullar ve insanın hızla değişimi... Onların, gerçeklerin içinde, gerçeklerle savaşmayı isteyen; buna karşılık,  iş ve üretim yerine,  ülke dedikodularının bilginin yerini aldığı kıraathaneler, ruh çağırmalarla birey sorunlarının çözülmeye çalışıldığı toplantılar, boş düşler, uydurma inanışlar peşinde mutluluğu arayışların yaşamı: Halit Ayarcı’nın Hayri İrdal’ın yaşamına girmesi, onu bambaşka bir insan yapmasının öyküsü:

Halit Ayarcı, bir iş adamıdır; emeği kazanca çevirmeyi bilen, yaşam deneyimi, yaşam görgüsü olan biridir.  Ve görmektedir ki insanlar, değişmede, etkiler, modalar, yenilikler onları kendilerinden uzaklaştırmada, fakat yeni bir güç doğmadadır. O, bu güce, hiçbir iş alanı bulunmayan bir toplulukta, temelsiz, amaçsız, hiçbir sonucu olmayan bir iş yaratmayı denemiş, insanlara umut vermiş ve onları mutlu etmeyi başarmıştır. Ve sonunda insanlar, vageçemeyecek kadar, ona inanmışlardır: “İnsanlar, menfaatlerine dokunmamak şartıyla her şeye inanırlar” diyor, Ayarcı.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nin Birinci bölümü, başlığıyla, Charles Dickens’in Büyük Umutlar’ına bir göndermedir. “İnsanları kendileri olmaktan çıkarırsanız, onlara herşeyi yaptırabilirsiniz.” Roman’ın bir göndermesi de “Sabaha doğru” başlığı ile Tevfik Fikret’in “Bu memlekette de birgün sahah olursa...” şiirine olabilecektir.    

Roman’ın sonunda; birçok insanın yaşam sığınağı, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” (S.A.E.), bütün anlamsızlığı ile, boşluğunun ve anlamsızlığının bilincine varılması ile ortadan kalkacak;  fakat, yarattığı güçle, değişen insanlar, artık yaşayacakları evleri kendi isteklerince kendileri kuracak, düzenleyecek ve onun “sahib”i olacaklardır; menfaatlerinden, tutkularından, isteklerinden, benliklerinden doğan sorunlar, çatışmalar ise... hep kalacaktır.

Bu gözle baktığımda ben,  Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün dünya edebiyatı içindeki yerini, romanın ikinci kahramanı Halit Ayarcı’dan çok, bu “ileti”ye ve yazarın “Büyük  Umutlar” göndermesine dayamanın  daha doğru olacağını düşünüyorum. Ve Nikolai Berdiaev’in, “Ütopyalar birgün gerçekleşirse?” sorusuna. Yazarın kendi çağına.

Turan Alptekin

15 Ağustos 2021 Pazar | 538 Görüntülenme

İlgili Kategori: Köprü

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler