Sami Gürel ile sohbet yaprakları

Sami Gürel ile sohbet yaprakları - Yeni Gelen Dergisi

Güler Mirza: Sami Gürel’in kitapları var. Ancak biz Sami Gürel’i tanımaya çalışıyoruz. Kendinizi nasıl anlatırsınız?

Sami Gürel: Ben de diyorum ki bu çok doğal bir şeydir; amma velâkin Sami Gürel tek başına çıkmıştır evrende yoluna. Bu tuhaf karşılanır insan tarafından. Kendim tarafından bile tuhaf karşılandım.

Oktay Rifat, soyut resmin Türkiye’deki büyük fırçasıdır. Bunu pek bilmeyiz biz. YKY bir kitabını çıkardı “Oktay Rifat” diye. O kitapta bazı resimleri var. Batı çapında bizi aşmış resimler. Ben o resimleri sergiledim Pangaltı Sanat Galerisi’nde. Metin Eloğlu diye bir arkadaşım onunla birlikte. Metin de resim yapıyor. Bazı yazılarımı görürdü Oktay Rifat. Tabii, o zamanlar kitaplaştıramadım yazılarımı. O günlerden Oktay Rifat’ın bir kitabı pat diye düştü önüme gelirken buraya.

Bir gün, “ Uzun yazma ağabey” dedim.

“Ona da karışıyor bak” dedi.

Oktay Rifat’ın Şiirler kitabına Sami Gürel için yazdığı not:

Sami Gürel dostuma sevgi… 31.01.1984

Hani bu ayrıntılardan nereye varacağım? Bireyselleşmeye, mitleşmeye… Bunları silmek istiyorum. Ne var burada? O melodinin insana yayılması, o melodinin paylaşımından beslenilmesi. Tek başıma çıktım gittim İspanya, Toledo’ya. Madrid’teki dostlarım dediler ki, “Kaybolursun, başına bir şey gelir”.

“Bu uğurda gelirse gelsin” dedim. Otobüse atladım, gittim. Elimde haritam var ya, önce El Greco’nun, yapıtlarını göreceğim. El Greco’nun insan yüzleri büyük, çok harika; çocuklar, kadınlar, o bitmez. Peki, diyerek devam ettim. Kime? Francisco Goya’ya. Vay, müthiş. Francisco Goya’nın eserlerini görmek tam bir gün sürdü. Tabii, Diego Velázquez var, “Aynadaki Venüs” resminin ustası. Çocukları, körleri, tımarhane içlerini resmediyor Diego Velázquez. O yapıtlar beni besliyor. Zihinsel gıdamı alıyorum. O resimler benim beynimde, belleğimde sıraya girmiş; Asmalımescit’e düşüyorum ben. Galeri çalıştırıyorum yine adam kıtlığında.

Avni Arbaş’a, “Ağabey, bu Diego Velázquez’i anlatır mısın bana” diyorum.

“Şimdi bugüne gelelim. Onlar çok geride kaldı” diyor bana. İtiraz ediyorum, “Ama ben oradan çıktım yola” diyorum. Yanımızdaki bir arkadaş, Gürdal Duyar, Türkiye’nin iyi heykelcilerinden biri, “Güzel İstanbul” heykelini yapan, dürtüyor beni:

“Avni ağabeye nasıl söylersin böyle” diye.

“Ya, ne var bunda” dedim. “Avni ağabey, siz uzun yıllar Paris’te yaşadınız. Oradan Toledo’ya kadar uzanabilirdiniz herhalde” dedim.

“Öyle öyle, uzanabilirdim”.

Hani biraz bozuldu. Paris’te oturmuş da, Toledo’ya yani müzeler kentine gitmemiş. Doğa müthiş, İspanya’nın ilk başkenti. Dünya ünlülerinin sarayları, köşkleri var orada. Çıt yok. Sanki kutsal bir mekânı dolaşır gibisiniz.

B. Sadık Albayrak: Sami ağabey, Toledo’ya kaç yılında gitmiştiniz?

Sami Gürel: Yıl 1992-1993. Birkaç kez gittim geldim. Çünkü İspanyolları merak ettim. Diyelim, dünyayı keşfe çıkan yeryüzü insanları İspanyollar, Christopher Columbus, gittim onun toprağına. Nasıl bir toprakta büyümüş bu adam? Onun için bir heykel yapmışlar Barcelona’nın kıyısına. Yine Federico García Lorca’nın kökenleri oraya bağlı. Salvador Dali’nin, Pablo Picasso’nun. Akdeniz’in bağrı orası. Orada, o doğanın öyle melodi içinde bulunuşu, o insanları doğurmuş. Federico García Lorca’ya orada kendi zeytin ağaçlarının altına mezarı kazdırıldı. Kurşuna dizdiler, oraya yatırdılar. O bahçenin gezilip görülmesi gerekir. Dünya insanlığının oraları saygı içinde dolaşıp gezmesi gerekir. Ben kendi başıma yaptım bu işi. Kiminle gidebilseydim ki? Köy Enstitüleri mezunlarına o sırada pasaport verilip yurt dışına çıkarmaları bile mucizeydi. Çünkü düşünen insan, bu düzene karşı olur. Öyleyse, Sami Gürel düşünüyor mademki, niye çıksın dışarıya gibilerinden... Bu nedenle ben mutlaka evrensel örgütlü bilincin sendikalardan, partilerden nüve alarak, köken alarak büyümesini söylüyorum.

Tut ki Merter’de DİSK’in bir bölümü vardı, orada hukukçu bir arkadaşım vardı, İbrahim Türk. Haftada bir iki gün giderdim yanına. Öğretmendi kendisi, sendikanın da avukatlığını yaptı. Onunla birlikte işçi dostlara yaşamla ilgili, mücadeleler üstüne, geleceğimiz üstüne sohbetler ederdik. O güzel günler kökleşir gibi oldu, sonra birden 1980 darbesi ile darmadağın. Bu darbeyi, 1990’ları ve sonra bu günleri gördük. Öyleyse, düşünceyi yok edebilir misiniz? Bizi zincire vurdunuz, mahkûm ettiniz, yargıladınız… Yok edemediler. Düşüncem konuşsun diye, dünya resmini, estetiğini, felsefesini inceledim, kitaplar yazdım.

B. Sadık Albayrak: Toledo’dan devam edelim istersen. “Avni Arbaş, Toledo’yu yeterince etüt etmemenin mahcubiyetini yaşadı” dedin. Nasıl devam etti sonra sohbetiniz?

Sami Gürel: Avni Arbaş, Paris ekolüne mensuptu. Çağdaş, soyut izlenimciliği aşmış, kendine özgü bir dünya figüratif ekolündeydi. Başlıca figürü de “Atlar”dı. Son yıllarda da at resimleri yapıyordu.

B. Sadık Albayrak: Nâzım Hikmet’in Kuvayi Milliye Atları diye bir şiiri vardı Avni Arbaş’tan esinle yazılan, değil mi?

Sami Gürel: Atlar, onun başlıca motifiydi. Hani At’ların resmini çizmeyi başardı. Bazı ustaların, hani Jean-François Millet’nin de “harman yerleri” resimleri vardır. Oradaki tarım işleriyle uğraşanlar, orakla ekin biçenler. Hatta Van Gogh’lar, Pablo Picasso’lar oradan yola çıkarak buralara geldiler.

B. Sadık Albayrak: Avni Arbaş Türkiye’den ne götürdü Paris’e?

Türkiye’den bir şey götüren oldu mu, bilmiyorum. Türkiye’den götürülecek kabile kafası var. Osmanlılık var, ataerkillik var, örf adetler var. Duyarlığın, güdülerin sapkınlıkları var. Batıda niye bunlar sentezlenmiş. Akıl ön plana çıkarıldığı için. Aklı kullandıkları için.

Tut ki Emile Zola, 12 yaşında Paris’te. Kendisi Paul Cezanne ile karşılaşıyor.

Paul Cezanne, “Ben nasıl renkleri klasik kalıplardan çıkarmayı amaçladıysam, sen de sözcüklerle yeni bir dünya yaratacaksın” diyor Emile Zola’ya ve ikisinin dostlukları Paul Cezanne ve Emile Zola’yı büyük ustalar yapan şey oluyor. Bunlardan etkilenenler Amedeo Modigliani, Gustav Klimt gibi resimdeki çağdaş ustaların ustaları. Avni Arbaş onların arasında yetişti. Onları izledi. Bir de kendisi Aydın ikliminin insanıdır. Yumuşak vadi insanıdır. Neşet Günal ile farkı budur. Neşet Günal orta Anadolu bozkırlarının çocuğudur. Sarp yolların, özcesi açlığın. Avni Arbaş’ın karnı tok. Tok insan tok resim yapar. Rahattır resimde. Aç insan, hani İbrahim Balaban gibi, Frida Kahlo gibi, Salvador Dali gibi resim yapar. İlkin Salvador Dali de aç’tı, sonra yükseldi. Bu rahatlık nereden kaynaklanıyor. Beynin estetiksel ve şiirsel doygunluğundan.

B. Sadık Albayrak: Sami ağabey, Neşet Günal’da biraz duralım mı? Bozkırın çocuğu dedin, resimlerinde de bunu çok evrenselleştirdiğini söyleyebilir miyiz? Yani o açlık, ayakta kalma, yaşama mücadelesi sanki bana Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1920’li yıllardaki Yaban köyünün resmedilmesi gibi geldi.

Sami Gürel: Sanatçı en üst seviyede emek üreten insan olduğundan bilgiyle de donanımlı olacak. Kişinin doğuştan getirdiği yeteneği vardır, yani moleküler gücüdür bu. Onu bir de lojik değerlerle, tarihsel akımlarla beslemesi gerekir. Neşet Günal oturdu eğitti kendini. Salt Batıdan bize gelen, salt Almanların, faşizmin kovduğu ustaların eğitimini görmedi. Kendi kendini de yetiştirdi. Dünya resmini etüt etti. O nedenle işte kendine özgü bir makam buldu. Neşet Günal da, Avni Arbaş da… Bunların içinde onlar kadar usta olup da onlar kadar büyülü yapıtlar çizemeyenler de var, olur, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi, o zanaatçıdır, ustadır, Nuri İyem de öyledir… Ama şimdi bir Diego Velázquez var, 1600’lü yıllarda çalışmış ya da El Greco var. Baktığınız zaman onların portreleri konuşuyor. Çocuğun dili var. O zaman fotoğraf makinası da yok. Bizden Fikret Otyam, Nuri İyem ve diğerleri, büyüyü iletemediler fırçalarına. Renklerinin dili, çizimlerinin dili büyük üslup değil. Kendine özgü değil, fotografik. Hüzünlü insan resimleri, kadın yüzleri, bakışlar. İyi de o resim bizi bir yere götürsün. Mona Liza resmi mesela. Mona Liza nereye götürdü bizi bugün? Bin, iki bin kitap yazıldı onunla ilgili. Ne var o resimde? Kadın öyle bir yere bakıyor… Yok, öyle değil o. Neden? Kendisi bilim adamı Leonardo Da Vinci’nin, renk bilgisiyle, üç yüz yıl sonra gelen Johann Wolfgang von Goethe’ye eğitim verdi.

B. Sadık Albayrak: Mona Liza ya da Leonardo Da Vinci seni nereye götürdü? Sen Leonardo Da Vinci’nin yaşadığı yerleri de gezdin gördün. Biraz anlatır mısın?

Sami Gürel: Leonardo Da Vinci, Floransa vadisinin insanları bunlar. Hani İyonya’nın insanları nasıl Demokritos, Homeros ise, Grek uygarlığının sahip çıktığı filozofların çoğu İyonya’lıdır, Milas’lı, Milet’lidir, Efes’li Herakleitos gibi. Floransa da böyle bir yeryüzü vadisi. İklimi harika. Oksijeni bol. Kuşlar, hele orman, toprak… Leonardo buranın insanı, Vinci kasabasının insanı, oradan yola çıkıp gelmiş Floransa’ya heykelcilik, ressamlık öğreniyor. Derken müzikaliteyle, notalarla uğraşıyor. Sonra teknik bilimler, mühendislik ve sonunda ben diyor bir şeyler çizeyim. Çeşitli kez gittim gezdim Floransa’yı.

Sami Gürel ile Güler Mirza ve B. Sadık Albayrak sohbet etmiş, kayıtlar Güler Mirza eliyle yazıya geçirilmiştir.

Yeni Gelen Dergisi

3 Mayıs 2021 Pazartesi | 406 Görüntülenme

İlgili Kategori: Köprü

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler