Kitabevsiz Üniversite Kentlerinde Kitap Fuarları

Kitabevsiz Üniversite Kentlerinde Kitap Fuarları - Dr. Ulvi Özdemir

Cumhuriyet Kitap Eki ve Selçuk Altun

Cumhuriyet Kitap Eki bu ülkenin kitapseverleri için on yıllardan beri temel bir yayındı. Yakın zamanda kadrosunda tıpkı gazetenin kendisinde olduğu gibi bir değişiklik oldu. Benim için bu derginin en önemli yazarı Kitap İçin başlığı altında her ayın ilk sayısında yazılar yazan Selçuk Altun’du. Şimdi artık Selçuk Altun Cumhuriyet Kitap ekinde Kitap İçin yazılarını yazmayacak. Çok üzüldüm bu duruma. Birdenbire, hiç belirti vermeden, bir yakınımızın ölüm haberini almak gibi geldi bu bana. Benim için bu yazılar önemliydi; Bir Kitap Bağımlısının Notları, okuduğum kitaplar hakkında Selçuk Altun’un yazılarına benzer notlar çıkartmak çabası ile ortaya çıkmıştı. Selçuk Altun, eleştiri ve tanıtım yazıları dışında da kitaplar, yazarlar ve yayıncılık hakkında konuşulabileceğini bize kendi üslubuyla gösteren kişiydi. Bir bakıma kitap tutkunu olmanın, kitap bağımlısı olmanın ne demek olduğunu ve bize kazandırdığı kitap çoksever deyiminin hakkını veren insanların nasıl insanlar olduğunu en güzel anlatan yazarlardan biri, hatta bence alanının en iyisiydi. Yazılarını daha sonra Kitap İçin başlığı altında kitaplaştırıyordu ve bugüne kadar yayınlanmış 3 tane Kitap İçin’i de sonra tekrar okumuştum, yakında 4. kitap çıkar diye bekliyordum. Umarım bu 4. kitabı Selçuk Altun bizden esirgemez. Türk Edebiyatı’nın bu tür özgün değerlendirmelere ve seslere gereksinimi var. Bu yazıların başka bir yayına taşınması en büyük dileğim.

Bakırköy Sahaflar Festivali ve Kitap Fiyatları

Artık Türkiye’nin her tarafında her an bir kitap fuarı düzenleniyor. Neredeyse biri bitiyor diğeri başlıyor. Bu sevindirici bir gelişme. Ama özellikle Anadolu’da düzenlenen kitap fuarları, üniversitesi ve en az 15-20 bin üniversite öğrencisi olan kentlerde bile kitapçı olmamasının bir sonucu olarak yaygınlık kazanıyor. Böyle bakınca da bir gelişmeden değil bir gerilemeden söz edebiliriz. Kapitalizm öncesi ekonomik ilişkilerin ağır bastığı dönemde ve bölgelerdeki haftalık ya da mevsimlik pazarları ve fuarları andırıyorlar. Yıllar önce Anadolu’da ünlü sanatçıların yılda birkaç kez gelip konser verdiği olurdu ve burada yaşayanlar bu sanatçıları yakından görüp hasret giderirlerdi. Televizyon çağından önce. Kitap fuarları da buna benzemeye başladı; kitapçınız yoksa kitap fuarı verelim. İnsanlar buralarda aylık ve hatta uzun dönemli kitap gereksinimlerini karşılıyorlar. Düzenli kitapçı ziyaretleri, yeni kitaplarla karşılaşmak, kitapları ayaküstü alıp biraz karıştırmak, kitaplar arasında dolaşmak gibi alışkanlıklar gelişmiyor bile. Bir taraftan da yazarlar yayıncılarına para kazandırmak için konu mankeni gibi bir role itiliyorlar. Dostoyevski’yi, Camus’yu, Hemingway’i böyle ortamlarda düşünebiliyor musunuz? Piyasaya teslim olma durumu ağır basıyor açıkçası.

Şimdi sahaflar da kitap fuarlarının demirbaşı olmaya doğru gidiyor. Çoğu ikinci el kitapçı oldu ama sahaflık hâlâ ayrı bir işlevi olan mekânlardı. Kitaplarla bizi farklı ilişkilere sokabiliyorlardı. Bu durumu, yani her zaman gidemeyeceğimiz kentlerdeki ve semtlerdeki sahafların ayağımıza gelmesi tek başına olumsuzluk sayılamaz elbette, ama en son gittiğim Bakırköy Sahaflar Festivali aynı biçimde sahaflığın da piyasa ilişkileri içinde kendini yeniden tanımladığı ve biçimlendirdiği izlenimini bıraktı bende. Neredeyse hepsi Nadir Kitap’ın birer şubesi gibi olmuş. Fiyat sorduğunuzda hemen bilgisayardan o kitabın “piyasasına” bakılıyor ve size bir rakam söyleniyor. Bu ne demek? Sahaf o kitabın değerini kendisi takdir etmiyor artık. Yani belki de bilmiyor. Çoğu genç sahaf gerçekten tecrübesiz, bunu anlamak zor değil. Son Bakırköy Sahaflar Festivali bu açıdan düşündürücü birkaç görüntü sundu bana. Bunun dışında fiyatlar çok yüksekti. Her zaman yerleşim alanlarının kirası yüksek kaçıyor. Bu da fiyatlara yansıyor. Dikkatimi çeken bir diğer nokta da çoğu sahafın tezgâhının düzensiz oluşuydu. Hiçbir sınıflandırma, düzenleme, tasnif yok. Kitapları bir tezgâha karmakarışık bir biçimde dizmek kitapçılık değil. Biraz özen göstermek gerek.

Patrick De Witt’in Sisters Brothers Adlı Romanı ve Romandan Uyarlanan Film Hakında

Avi Pardo, Türkiye’nin efsanevi çevirmeni. Onu Bukowski ve Fante gibi Amerikalı yazarların eserlerinin çevirileriyle tanıdık. Amerikan sokak dilini ve argosunu dilimize çok iyi bir biçimde aktaran çevirileriyle özellikle Bukowski’nin Türkiye’de tanınmasında ve çokça okunmasında etkili oldu. Hatta Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunduğum yıllarda Bukowski’nin yazdıklarının orjinaliyle Avi Pardo çevirilerini karşılaştırmıştım. Bukowski’nin bazı argo kullanımlarını Amerikan Argo sözlüğünde bile bulamamıştım. Avi Pardo ise bu sözlüklerde bile bulamadığımız kullanımları Türkçe’ye çevirebilen ve çeviri tadı vermeyen son derece usta bir çevirmen olarak ünlendi.

Daha önce de değindiğim gibi bazı yazarların bütün eserlerini okumak isteriz, bazen bir yayınevinin bir dizisinden çıkan kitapların tamamını edinmek isteriz, ama çok nadiren bir çevirmenin çevirdiği tüm eserleri okumak isteriz. Avi Pardo, İlknur Özdemir gibi çevirdiği her esere olumlu bir önyargıyla yaklaşacağımız bir isim. Dolayısıyla ne zaman elime Avi Pardo’nun çevirdiği roman geçse tek başına bu bile o kitabı okumak için yeterli bir neden olur. Patrick De Witt’in Sisters Brothers romanı bir sahafta elime geçti (Domingo Yayıncılık, Birinci Baskı, Nisan 2012). Avi Pardo’nun çevirmesi dışında bu romanı okumaya yönelten başka nedenler de var. Arka kapağında yazılanlara bakılırsa roman 2011 Man Booker Ödülü finalisti olmuş. İnternette yaptığımız kısa bir araştırmaya göre o yıl Man Booker ödülünü İsrailli yazar David Grosman’ın Bir At Bara Girmiş adlı romanı almış (Siren Yayıncılık, Ekim 2018). Sisters Brothers, Man Booker Ödülü finalisti olmanın yanı sıra Governor General’s Edebiyat ödülünü, Roger Writers’ Trust Roman ödülünü almış ve Giller Ödülü finalisti olmuş. Washington Post tarafından yılın en iyi romanları seçkisine alınmış. Bütün bunları kapakta okuyunca, çevirmen de Avi Pardo olunca romanı okumak neredeyse zorunluluk oldu. Ancak romanı okumaya başlamamda en önemli etken bir western romanı olmasıydı. Benim gibi kitap (okuma) bağımlısı olmaya giden yola çocukluğunda çizgi romanlar, özellikle Teksas-Tommiks-Teks gibi western kahramanlarının maceralarını okuyarak girenler için kovboy ve vahşi batı hikâyeleri ayrı bir heyecandır.  Ancak çizgi roman bolluğuna rağmen western türünde çok roman ve hikâye çevrilmemiştir Türkçeye nedense. Hemen aklıma gelen Forrest Carter’in Dağlardan Sorun Beni, Kader Dönemeci, Batı Kan Kokuyor gibi romanlar çok az sayıdaki western türü romanlardandı. Ama Sisters Brothers’ı hemen elime alıp okumak istememin dördüncü bir nedeni tam bir tesadüf olarak ortaya çıktı. Satın aldıktan hemen sonra romanın filmi Türkiye’de vizyona girdi. Bu durumda romanını okuyup üstüne bu romanın filmini izlemek istedim. Daha önce de Bir Kitap Bağımlısının Notları’nda (Akıl Fikir Yayınları) Sinema ve Edebiyat başlığı altında bir eserin romanı ve filmi arasında karşılaştırmalar yapmıştım. Sisters Brothers ile yeni bir karşılaştırma denemesi yapma fırsatı bulmuş oldum. Bu türden bir denemeyi bir süre önce Leonardo Di Caprio’nun başrolünü oynadığı Renevant (Diriliş) filmi ile bu filme kaynaklık eden Amerikalı yazar Michael Punke’nin 2002’de yayınlanan romanını okuyunca da yapmıştım. Bu karşılaştırmada film romandan daha iyi gelmişti bana ki genelde tersi daha sık gelir başıma. Örneğin Stephen King’in yazdığı bir öyküden filme alınan Esaretin Bedeli bana göre sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri, belki de en iyi filmidir. Ama öykü filme göre her açıdan daha kötü bir düzeydeydi. Ancak yine Stephen King’in yazdığı Yeşil Yol ise filmi kadar iyi bir romandı.

Sisters Brothers ise Amerikalıların güldüğü ama bizim için komik olmayan bir espri gibi biraz şişirilmiş, abartılı övgülere boğulmuş bir roman gibi geldi bana. İç kapakta bazı önemli yabancı gazetelerin övgüleri, örneğin Boston Globe’un “ilahi bir biçimde eğlenceli”, ya da Sunday Telegraph’ın “Olağanüstü” nitelemeleri sanırım asıl espriyi oluşturuyor. Son derece vasat bir roman. Zorlama, mantık örgüsünden uzak bir konu, çizilen karakterlerle uyumlu olmayan dil ve eylem. Örneğin acımasız katillerin anne sevgisi ve çocukluk mekânlarına dönüş isteği gibi temalar hiç inandırıcı değil. Örneğin 1851 Amerikasının “Vahşi Batı”sında eğitimsiz bir kovboyun, acımasız bir kiralık katilin ağzından şöyle cümleler sadece komik kaçıyor: “Charli seslenip Kaliforniya’dan etkilendiğini söyledi, havasında bir şey vardı, şanslı bir enerji, kendi deyimiyle. Ben öyle hissetmedim, fakat ne demek istediğini anladım. Akarsu gibi pitoresk bir şeyin estetik huzur vermeyip aynı zamanda altın sunmasıyla ilgiliydi; toprağın sana baktığı, senden yana olduğu düşüncesi.” (s.128) Neyse ki filmde anlatıcının iç sesi ortadan kayboluyor da bu tür çelişkiler göze çok batmıyor. Sonuç olarak filmin romanına göre daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Özellikle filmde ışık ve gölgenin kullanımı ve ses efektleri iyiydi. Hepimizin birçok filmden çok iyi bir karakter oyuncusu olarak hatırlayacağımız John C. Reilly’nin varlığı bile filmin izlenmeye değer hale gelmesine yetmiş. Ancak örneğin Ouentin Tarantino’nun yazıp yönettiği 2015 yapımı The Hateful Eight gibi her açıdan çok daha doyurucu bir western yanında Sister Brothers, film olarak çok yavan kaldı diyebilirim. Yine de bana roman ve film karşılaştırması yapma fırsatı verdiği için hoş bir okuma-izleme-karşılaştırma deneyimi yaşattı Sisters Brothers.

Kitaplar bitmiyor. Hayatımıza lezzet ve anlam katmayı sürdürüyorlar. Okunmak için bizi bekleyen daha çok fazla kitap var. İyi ki böyle.

Dr. Ulvi Özdemir

15 Ağustos 2021 Pazar | 442 Görüntülenme

İlgili Kategori: Kitap Bağımlısı

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir