Kolay Okuyucuyu Aşmak Ya Da Aydıncıklar
Resim:Michalengelo
40 YILLIK YENİ YAZI
Bu sayımızda Yalçın Küçük Hocamızın 1979 yılında Demirtaş Ceyhun’un dergisi Edebiyat Cephesi’nde yayınlanan bir yazısına yer veriyoruz. 40 yıl önce yazılmış bu yazıda aydınımızın, yazarlarımızın ve devrimcilerimizin “kolaycılığı” eleştiriliyor. Birikime dayalı, zor ve zahmetli bir iş olan edebiyatın ve devrimci mücadelenin “tembellikle” ve onun sonucu olarak ortaya çıkan bilinçsizlikle yürütülemeyeceğini ortaya koyuyor. Yalçın Küçük, bu kolaycılığı aşmak için çok önemli bir yöntemsel ilke getiriyor: İlgide tenkit, sevgide şiddet. Dostoyevski’nin İnsancıklar romanından yola çıkarak yaşamda, edebiyatta, sanatta, politikada ilgilerimizin eleştiri, sevgilerimizin şiddet içermezse sonunun hüsran olacağını gösteriyor.
Afşar Timuçin Hocamızın bu sayıdaki yazısı da kolaycı yeni kuşak yazarları eleştiriyor. Birikimsiz gençlerin hiçbir zahmete girmeden her yazdıklarını yayınlayabildikleri günümüzün edebiyat “piyasasıyla” eski kuşakların ciddi, bilinçli, özverili çalışmalarını karşılaştırıyor. Yalçın Küçük’ün “kolaycı okuyucuları” 40 yıl sonra daha da “kolaycı yazarlarla” kültürümüzü diplere indirdiler. Bu buluşmanın hoş sürprizlerinden biri de Yalçın Küçük’ün 40 yıl önceki yazısında Nâzım Hikmet üzerine en değerli çalışmayı yapanın Afşar Timuçin olduğunun saptanmış olmasıdır.
Yalçın Küçük’ün 40 yıllık eski yazısı, aşılamayan bir sorunumuza cevap arayışıyla hâlâ ne kadar yeni ve güzel. Yeni her zaman güzel değildir ve güzel eskide bile yaratılmışsa yenidir. Demek oluyor ki, Yeni Gelen, yeni’yi zamansal değil, niteliksel bir kavrayışla anlıyor. Yaşamın geliştirilmesi ve güzelleştirilmesi kavgasının dışında bir yeni’den heyecan duymuyoruz. Filizlenen yeni’nin köklerinin tarihimizdeki güzellerde olduğunu biliyoruz.
Yalçın Küçük ile Afşar Timuçin Hocalarımızın Yeni Gelen’in sayfalarında buluşan yarım asırlık bir dönemi kapsayan bu ortak değerlendirmesi ilgilerimizin eleştirisiz, sevgilerimizin şiddetsiz olduğu bir süreçte, Dosteyevski’nin “insancıklarını” da aratır bir duruma düştüğümüzü gösteriyor.
Bunu aşmak için zorlu bir mücadeleyi, ilgide eleştiri, sevgide şiddeti göze almak zorundayız.
Makar Devuşkin, Dostoyevski’nin ilk kahramanı, “İnsancıklar” da ilk romanı. İnsancıklar’da Makar Devuşkin, Varvara Alekseyevna’ya mektuplar yazıyor. Çarlık Rusyası’nın küçük ve yoksul memuru, kaldığı harabe hanın penceresinden gördüğü yoksul kadına aşkını yazıyor. Mektuplar “Varenka yavrum” diye başlıyor, “parmaklarınızdan öperim anacığım” diye bitiyor. Tabii bu başlangıç duygusallığın da başlangıcı oluyor. Daha sonra yükseliyor. Alekseyevna’nın cevapları, daha az duygu, daha çok saygı ve bir miktar da akıl içeriyor. Birbirlerini seviyorlar, hiç kuşku yok.
Bir yüzyıldır İnsancıklar, edebiyat öğrencisinin ve izleyicinin demirbaşları arasında yer alıyor. Bir kimse, eğer İnsancıklar’ı okumamışsa, ciddi bir edebiyat öğrencisi olduğunu söyleyemez. Hiç kuşku yok, yazamaz. İnsancıkları okumadan, öykü ya da roman yazmak çok büyük bir cüret işi olmalı. Böylelerinin yazdıklarına değil, cüretlerine hayranlık duyulmalı. Türkiye cüreti bol bir ülke. İnsancıklar’ı okumadan roman yazan var mı, söylemek zor. Ancak okuduğu roman sayısı yazdığı roman sayısından az olan “yazar” var mı? Herhalde var. Yazılanlardan öyle anlaşılıyor.
Türkiye, aynı zamanda ve İnsancıklar açısından şanslı bir ülke. Çünkü Nihal Yalaza Taluy’ un çevirisi var. Gerçekten nefis. Herhalde “aslından güzel” böylesi emek ürünleri için söylenebilir. Bu nefis, duyarlılık dozajı çok yüksek Türkçe ile Makar ve Varenka mektuplaşıyorlar. Makar tüm mektuplarında, yoksulluğun derinliğinde özverinin yüksekliği ile ölçülen çok büyük bir aşkı dile getiriyor. Varenka ise sadık, müteşekkir ve sevecen. Mektuplar birbirini izlerken Makar’ın özverisi inanılmaz boyutlara ulaşıyor; Varenka da minnet duygularını anlatacak kelimeler bulamıyor.
“Arabanızın Peşinden Koşarım”
Roman böyle devam ediyor. Fakat böyle bitmiyor. Dostoyevski ile özdeş bir melankoli dalgasıyla sona eriyor. Makar Devuşkin, “Çok kıymetli dostum Makar Alekseyeviç!” hitabı ile başlayan bir mektup alıyor. Şöyle başlıyor: “İşte hepsi olup bitti. Ben de kaderimle başbaşayım. Mesut olup olmayacağımı bilmiyorum, ama Tanrının emrine boyun eğeceğim. Yarın gidiyoruz. Sizinle son olarak vedalaşıyorum, kıymetli dostum, velinimetim, canım benim! Arkamdan üzülmeyin, mesut olun, beni hatırlayın ve Tanrıya emanet olun. Ben de sizi düşüncelerimde, dualarımda sık sık hatırlayacağım.” Varenka, Makar’ı çok büyük bir duyarlılıkla seviyor ama kendisini büyük bir kararlılıkla isteyen ve de sermayesi olan Bikov ile evleniyor. “Bende kaderimle başbaşayım” diyor.
Varenka, mektubun altına bir de “hamiş” koymuş. Şöyle: “İçim parçalanıyor, gözyaşlarımdan boğuluyorum. Allaha ısmarladık. Allahım, ne kadar üzgünüm! Unutmayın zavallı Varenka’nızı, unutmayın! Tabii böyle bir haberin Makar’ın ruhunda ne büyük depremlere yol açacağını okuyucu tahmin edebiliyor. Ama ne mümkün! Makar’ın kederi tahminleri çok aşıyor. “Anacığım, paha biçilmez, canım Varenkam!” Hemen kaleme sarılıyor. “Sizi götürüyorlar, gidiyorsunuz. Sizi benden ayıracaklarına keşke göğsümden kalbimi çekip koparsaydılar! Ne biçim iş bu: hem ağlıyor, hem gidiyorsunuz!” Makar Devuşkin olanları anlamakta güçlük çekiyor. Ancak yapabileceği bir şey de yok. Yapacağı şu: “Hayır Varenka, yarın kalkacağım, yarına kadar iyileşirsem kalkarım! Kendimi arabanızın tekerlerinin altına atacağım, ama sizi bırakmayacağım. Olacak iş mi bu Allahaşkına! Ne hakla yapılıyor bu? Ben de sizinle gideceğim. Almazsanız, arabanızın peşinden koşarım, olanca gücümle, soluksuz kalana kadar koşarım.”
Tembel ve tembel olduğu için ahmak ya da ahmak olduğu için tembel Makar’a bunları söylemek düşüyor. Çünkü Makar’ın aşkında şiddet, ilgisinde tenkit bulunmuyor. Sevgisinde şiddet, ilgisinde tenkit olmayanlara, her zaman her yerde hüsran düşüyor. Arabanın arkasından koşmak düşüyor. Bir de şu düşüyor: “Ben de sizinle gideceğim. Almazsanız ben de arabanızın peşinden koşarım olanca gücümle, soluksuz kalana dek koşarım. Nereye gittiğinizin farkında mısınız anacım? Değilsiniz; bunu benden sorun. Orası bir steptir canım, step; yalın bir step; şu benim avucumun içi gibi çırılçıplak! Orada duygusuz karılarla cahil, sarhoş herifler yaşar. Şimdi orada ağaçlar yaprak dökmüştür, yağmurlar, soğuklar başlamıştır. Siz de kalkmış böyle bir yere gidiyorsunuz.” Ne kadar onursuz bir aşk! Çünkü içinde şiddet yok. Başlangıç aşaması olan ilgide ise tenkit yok. Tam ahmaklara göre bir aşk!
Tam Aydıncıklara göre bir aşk. Daha doğrusu tam Aydıncıklara göre bir davranış. Sonu hüsrana mahkûm. Sonu arabanın arkasından koşmaya mahkûm. Ne kadar acı bir benzeme? “Yaşasın DİSK, yaşasın işçi sınıfımız, biz seni çok severiz.” Makar Devuşkin için önemli olan aşk. Birleşme değil, kaynaşma değil, iktidarını gösterme değil. Çünkü Makar’ın aşkında şiddet yok. Kendisinde de yok ya! “İşçi sınıfımız, biz seni çok severiz…” Sonra “İşçi sınıfımız sen öncüsün, biz senin peşinden gideriz.” Tıpkı Makar gibi, tıpkı Aydıncıklar gibi. “Biz de sizinle gideceğiz. Almazsanız, arabanızın peşinden koşacağız, olanca gücümüzle, soluksuz kalana kadar koşacağız.” Sonra “İşçi sınıfımız, sen öncüsün, biz senin peşinden koşarız. Biz senin peşinden sermayeye koşarız. Halk Partisi’ne koşarız, Ecevit’e koşarız. Çünkü sen öncüsün ve biz seni çok severiz.” Sonra “İşçi sınıfımız, sen hiç üzülme, biz senin yerine üzülürüz.” Sonra “İşçi sınıfımız, nereye gittiğinizin farkında mısınız, orası bir steptir, işçi sınıfımız. Biz seni orada yalnız bırakmayız. Orada duygusuz karılarla cahil, sarhoş herifler yaşar. Biz seni orada yalnız bırakmayız. Biz de sermayeye koşarız. Halk Partisi’ne, Ecevit’e koşarız. İşçi sınıfımız, sen üzülme, biz üzülürüz.” Aşkında şiddet, ilgisinde tenkit olmayan başka ne yapabilir ki?
Türk Aydını Tembelleşti
İlk bakışta şaşırtıcı görünüyor. Fakat sonra tarihsel ve mantıksal olarak doğru olduğu ortaya çıkıyor. Gerçekten de korsan ile tüccar arasında hem baba – oğul ve hem de ikiz kardeş ilişkisi var. Korsanlık yapabilmek için, en azından, tüccar malı yüklü bir kadırga gerekli, Doğu Akdeniz’den İtalya’ya seyreden. Örnek olsun. Korsan bunu zaptedecek. Ancak kadırgadaki malların kullanım değeri değil, değişim değeri için. Kuzey Afrika’da, şimdiki Fas ve Cezayir’de satacak. Korsan tüccar olacak. Korsan tüccar oldu.
Aynı şekilde. Tembel ile ahmak arasında da baba – oğul veya ikiz kardeş ilişkisi var. Ahmak her zaman tembeldir. İşi tembelliğe vuran ise, bir süreç içinde, ahmak olur ve ahmak, yüzünden anlaşılır. Beyin, ahmağın yüzündedir. Ahmağın yüzü yumuşaktır ve hafif kaygandır. Makar Devuşkin ahmaktır. Makar’ın yüzü yumuşaktır. Şiddet yoktur.
Son on yıl içinde Türk aydını tembelleşti. Tembelleştirildi. Kendi kendisini tembelleştirdi. Tembel aydın, aydın olmaktan çıktı. Aydıncık oldu. Dostoyevski’nin İnsancıklar’ı gibi. Buna katkı çok oldu. Politikadan katkı geldi. Politikada bütün çözümler “tek yollu” oldu. Birisi “daha çok öldürmek” dedi. Bir diğeri “ille de DGM” dedi. Bir başkası “her zaman güvercin uçurmak” dedi. “Biz” ise hep birlikte “yaşasın işçi sınıfımız” dedik. “Biz seni çok severiz!” Ancak sevgide şiddet ve işçi sınıfına ilgide tenkit olmadığı için “yaşasın işçi sınıfımız” sermayeyi seçti ve Aydıncık arkadan bakakaldı. Şöyle dedi: “Hayır Varenka, yarın kalkacağım, yarına kadar iyileşirsem kalkarım! Kendimi arabanızın tekerlerinin altına atacağım, ama sizi bırakmayacağım!”
“Tek yollu” çözümlerin heyecanı ile düşünme unutuldu. Fakat katkı bundan ibaret olmadı. 1960 yıllarının başında Türkiye üzerine yazılar ve araştırmalar heyecan yaratıyordu. O kadar ki, 1923 İzmir İktisat Kongresi’ni yeniden basmak bile, yaratılan ilgi ile, basana daha sonraki yıllarda bir bakanlık sağladı. Sonra “abç” dönemi başladı, “altını ben çizdim.” Türkiye’nin ilericileri Marx, Engels, Lenin ve Stalin’ i okumaya başlarken bir de altını çizme alışkanlığı edindiler. Neden o cümleyi çizdiler de bir sonraki cümleyi çizmediler, kimse bilmez. Ancak bu her iki dönemin de bir heyecanı ve yaratıcılığı vardı. Yeni kaynak bulmak veya altı çizilecek cümle araştırmak da heyecanlıdır. Fakat bundan sonraki dönemde, son on yılda, enternasyonalizmi keşfetme heyecanı ile sosyalizmi kurmuş ülkelerde daha çok sendika kurslarında kullanılmak üzere hazırlanmış el kitapları, temel kitapların yerini aldı. Tembelleşme başladı. Basit cümlelerle basit gerçekler, temel kitapların yerini aldı.
Ancak en büyük katkı sanattan geldi. Saz, tek duyulan ses oldu. İlerici kulaklar klasik batı müziğine kapandı. Popülizmin yedi başlı canavar olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Anadolu köylerinin yeteneksiz âşıklarının yerini son on yıl içinde, üniversiteliler aldı. Hep birlikte tembellik yarışına ve işin en kolayına kulaklar katıldı. Sazı çok büyük ustalıkla kullanan, sesi çok büyük ustalıkla dinlenen belli sanatçıların dışında bir “sömürü müziği” müzik zevkini körleştiren bir geçim yolu oldu.
“Devrimci Romanın” Formülü
Sazdan da büyük katkı, edebiyattan geldi. Tiyatroya haksızlık etmemek gerek, en büyük katkı tiyatro ile birlikte edebiyattan geldi. Okuyucuyu tembelleştiren ve giderek de ahmaklaştıran köy romanından sonra “devrimci roman” geldi. Öykü ya da roman yazmak, çok fazla para getirmese de, en kolay mesleklerden birisi oldu. Maoculuk gibi bir iş. İstenilen bir yaşta, istenilen zamanda, hiçbir hazırlık olmadan, hiçbir birikime gerek görülmeden girilen bir meslek oldu. Çünkü “devrimci roman” bir formüle kavuştu.
Şimdi iş kolay. Formül veya reçete var. “Bir devrimci roman” mutlaka 1961 – 1971 Türkiye İşçi Partisi ile başlamalı. Çünkü hemen hemen ve fiilen herkes TİP ile başlıyor. “Bir devrimci roman” için yüz gram TİP gerekiyor. Yetmiş gram da Dev – Genç. Sonra seksen gram da kır ya da kent gerillasına yataklık. Etti iki yüz elli gram. Buna yüz gram da varlıklı ailelerin bunalmış kızlarını koymak gerekli. Yatağa kolay giren türden olmalı. Yüz elli gram da Henry Miller’in Seksus- Neksus-Pleksus serisinden ödünç alınırsa bir “devrimci roman” yazılmış olur. Bu beş yüz gramlık ya da beş yüz mumluk roman demek.
Herkes okuyabilir. Tabii herkes yazabilir. İçinde seks var. Yaygın olmayan türleri de. Dil bilen bunalmış, bunalımını patlatacağı yeri bilmeyen kızlar da var. Romanın seksen gramlık yataklık bölümü, roman yazarına, çok büyük özgürlük ve yaratıcılık olanağı getirir. Yataklık ev, bir gecekondu kızının evi olabilir. Buradan hapishaneye uzanan, türlü güçlükleri yenerek ve sadakatle mahpuslara yemek taşıyan devrimci kızın aşkı doğabilir. Bu aşk mutlaka aftan sonra bir partide devam eder. Yataklık ev, ya da, iyi bir servet bırakarak erken ölen ve böylece devrimci harekete ve tabii devrimci romana hizmet eden bir burjuvanın, vücudu hâlâ genç, karısının evi olabilir. Burada da inanılmaz bir hızla doğan ilişki de, bir başka partiye kadar gider. Burada uzatmaya gerek yok. Ama “devrimci roman” yazarı istediği kadar uzatabilir. Tek sınırlama “yaşasın işçi sınıfımız” tarafından seçilen ve desteklenen Ecevit’in uyguladığı kâğıt sıkıntısından gelebilir. Ancak “devrimci roman” yazarı da, işçi sınıfını çok sevdiği için ve işçi sınıfını yalnız bırakmayarak Ecevit’ in yanına kadar gittiği için buna katlanır.
Okuyucu da katlanır. Bu, bir gazeteci cümlesi kadar renksiz, titreşimi olmayan, imajlardan yoksun cümlelerin yan yana getirilmesinden oluşan bu edebiyat eserini okur. Her yerde okur. Kahvede okur, trende okur. Eğer otomobil kullanıyorsa kırmızı ışıkta durunca da okur. Çünkü bu roman, her yerde ve her sayfasından başlanarak okunabilir. Çünkü bu tür romanların başı ve sonu olmaz. İsteyen istediği yerden okur. Aslında bu tür romanları hiç kimse okumaz. Herkes göz gezdirir. Göz gezdirme okumanın yerini alır. Kırık bir sazın eşlik ettiği saz, müziğin yerini alır. Sendika kursları için hazırlanmış el kitapları ekonomi politiğin klasiklerinin yerine geçer. “Yaşasın işçi sınıfımız” çığlıkları, işçi sınıfını iktidara getirerek yaşatmanın yollarını düşünüp araştırmanın yerini alır. Tek kelime ile tembel ve ahmak, aydının yerine geçer.
Afşar Timuçin’in Nâzım Hikmet Kitabı
Kolaycı ve kolayı seven bir okuyucu ortaya çıkar. Çıktı da. Edebiyat öğretmeni “Yavrum, Nâzım’ı anlat” diye sormaya başlar. Öğrenci “Nüzhet Hanım ile evlendi” diye söze başlar. “Sonra yavrum?” Sonra cevap da devam eder: “Türkiye’de iki kez daha evlendi.” Öğretmen sordukça cevap devam eder: “Yurtdışında da evlendi.” Öğretmen dinler, öğrenci bir etrafına bakar ve mahcubiyetini yendikten sonra “Evlenmeden de sevdi” diye devam eder. “Bursa hapishanesinde de sevdi.” Öğretmen kendi bilgisinin aynısının öğrencisinde olduğunu görür ve sevinir. “Biraz da başka yanlarından söz et, yavrum.” Cevap devam eder: “Zekeriya Sertel’i hiç sevmezdi, ama Kemal Sülker’i çok severdi.” Bu minval üzere. Öğrenci on numara alır. Herkes bildiğini birbirine aktarır.
Gerçekten utanılacak bir durum. Türkiye aydınının onuru, büyük mücahit Nâzım Hikmet için yazılanlar ve bilinenler bundan ibaret. Tembel ve ahmak okuyucu, Nâzım’ın kimlerle yatıp kimlerle kalktığını çok iyi biliyor. Ama Nâzım’ın ne bildiğini bilmiyor. Merak etmiyor. Nâzım’ın şiir, edebiyat ve sanat hakkındaki görüşlerini merak etmiyor. Nâzım’ın sadece yatıp kalktığı için Nâzım olduğunu sanıyor. İki istisnası ile Nâzım hakkında çıkmış olan kitapların bu düzeyde olması ne kadar utandırıcı! İki istisna ile. İstisnaların birisi, çok şükür, yine Nâzım’a ait. Otobiyografik romanı olan “Romantika” değil. Romantika, Nâzım’ın en şanssız ve çapsız eseri olsa gerek. Ama Kemal Tahir’in “en büyük edebiyat eseri” olan Nâzım Hikmet’in hapishaneden Kemal Tahir’e yazdığı mektuplar. Bir başucu kitabı. Ama tembel ve ahmak okuyucuya pek cazip gelmiyor. İstisnaların ikincisi Afşar Timuçin’ in yazdığı Nâzım Hikmet kitabı. Felsefi birikimi de dahil Nâzım’ın ne bildiği ve nasıl düşündüğü konusunda son derece saygıdeğer, onurlu ve büyük bir adım. Büyüklüğü ilk olmasından ileri geliyor. Ancak tembel ve ahmak okuyucu pek ilgi duymuyor.
Kolayı seven kolay okuyucu, bu sistemi yarattı. Türkiye edebiyatı kendi yarattığı okuyucunun altında eziliyor. Başkaldırmak mecburiyetinde. Türkiye edebiyatı, kendi eseri olan bu kolayı seven kolay okuyucuya başkaldırmak zorunda. Kurtulmak için. Gelişmek için. Kurtulmak ve gelişmek için mutlaka başkaldırmak gerek. Türkiye edebiyatı, kendi eserinin altında eziliyor. Bu ilk defa mı oluyor? Kendi yarattığı eserin altında ezilmek ilk defa olmuyor. İnsanlığın başına ilk defa gelmiyor. İnsanoğlu ilk sanat eserinin altında da ezildi. Soyutlama ve imajlarla ifade etme anlamında insanoğlunun ilk sanat eserlerinden birisi “Tanrı” oldu. İnsanoğlu, kolektif olarak ve büyük bir estetik eylem olarak, Tanrı’yı yarattı. Tanrı’yı tüm güzellik ve iyiliklerin tek kaynağı olarak yarattı. Zavallı insanoğlu, bir süre sonra, kendi elleriyle yarattığı Tanrı karşısında ezildi. Tanrı, insanoğlunu ezmek için kullanıldı.
Aydının Sevgisinde Şiddet, İlgisinde Tenkit Vardır
Buraya kadar güzel. Ancak fetişizm kavramının güzelliği ve üretkenliği burada kalmıyor. İnsanoğlu, ilk büyük ve kollektif estetik eylem ile, Tanrı’yı yarattı. Doğa ve toplumdaki tüm çirkinlik ve kötülüklerin karşısına Tanrı’yı koydu. İlgi duyan ve seven Tanrı’yı koydu. Ama Tanrı’nın sevgisine şiddet de koydu. “Tanrı çarpsın” kavramı bu yüzden çıktı. Tanrı, Makar Devuşkin değildir. Sevgisinde şiddet var. Çarpar. İlgisinde şiddet var. Kaşlarını çatar. Her yerde hazır ve nazır. Görür ve kaşlarını çatar. İnsanoğlu böyle bir Tanrı yarattı. Fakat daha sonra Tanrı gidip fetiş gelince ve kendisini yaratanları ezmeye başlayınca, Tanrı ile insanoğlu arasına, Hristiyanlıkta resmen, İslamda fiilen ruhban sınıfı girdi. Din esnafı girdi. Fetişi, kendi geçimlerinin ve arada bir uçağa binip Tanrı katına çıkmanın silahı haline getirdiler. Karşılaştıklarında, bilmedikleri için, karakola götürecekleri iyilik ve güzelliklerin anahtarının kendilerinde olduğunu ilan ettiler. Geçimlerini sürdürmek için.
Bıkov ya da Bekov, Varenka’yı aldı. Makar, “Kendimi arabanızın tekerleklerinin altına atacağım, ama sizi bırakmayacağım” diyor. Ancak ruhban sınıfının, din esnafının ya da politika esnafının arabasının devamlı yürümesi için arabanın tekerleklerinin altına kimsenin atılmaması gerekiyor. Bunun için de tüm müminlerin, tüm inananların tembel ve ahmak olması gerekiyor. Makar Devuşkin, o güzelim mektupların yazarı, tembel ve ahmaktır. Aşkında şiddet, ilgisinde tenkit yoktur. Bu yüzden arabanın önüne atılmıyor. Varenka sevmediği yere gidiyor. “Duygusuz karılarla cahil, sarhoş heriflerin” yaşadığı, Bıkov ya da Bekov denilen adamın yanına gidiyor.
Buna engel olmak gerek. Tembelliğe ve ahmaklığa son vermek gerek. “İşçi sınıfımız, biz seni çok severiz. Seni öncü sayarız, senin peşinden Demirel’e ya da Ecevit’e gideriz.” Bu tembelliktir ya da ahmaklıktır. Aydınların değil Aydıncıklar’ın işidir. Aydın, aydıncık değildir. Çoğalmak ister. Ama aydın yalnız da kalır. Kalabalığa tapmaz. 1977 yılında İstanbul’da Demirel ve Ecevit milyonların oyunu aldı. 1977 yılı 1 Mayıs’ında Taksim Alanı’na işçi sınıfından yarım milyon toplandı. Ama 1977 Haziran ayında işçi sınıfı adayları beş bin, 1977 Aralık ayında ise, en fazla on bin kadar oy aldı. 1977 yılında beş bin ya da on bin, yarım milyondan çok daha değerlidir. Aydın bunu bilir. Aydıncıklar ise başkasını.
“İşçi sınıfımız, biz seni çok severiz. Ama kendimize de güveniriz. Senin hatırın için ve seninle beraber olmak için sermayenin yanına gitmeyiz. Sermayeden uzak yalnızlığımızı çok severiz.” Aydın bunu söyler. Ancak kolay okuyucu, aydıncıklar, Makar Devuşkin, bunu söyleyemez. Çünkü sevgilerinde şiddet, ilgilerinde tenkit yoktur. Çünkü Makar Devuşkin’in kendisine hiç güveni yoktur. Makar bir ahmaktır.
Edebiyat, bugün, kolay okuyucuyu aşmak zorundadır. Tembel ve ahmak okuyucuyu yenmek zorundadır. Bunun için, bir süre için de olsa yalnızlığa razı olmak zorundadır. Edebiyatta, bugün, en büyük devrim budur. Devrimciler, bir süre yalnızlığa alışmalıdır. Sonra arkası gelmeye başlar.
Başladı bile.
Yalçın Küçük
3 Ekim 2021 Pazar | 2864 Görüntülenme
İlgili Kategori: Eleştiri