Şiirin Kamuoyu Nereye Gider Bilinmez

Şiirin Kamuoyu Nereye Gider Bilinmez - Özkan Mert

Gelip kondu bir güvercin
Ellerine o gece
Kırmızı bir çelenk oldu
Bileğinde kelepçe
Ülkü Tamer

2. Yenicilerle tanışmam 60’lı yıllara rastlar. 60’lı yıllarda İzmir’de Gündüz Badak’ın çıkardığı EVRİM dergisi çevresinde toplanmıştık… Abdullah Özkan, Levent Atalay, Refik Durbaş, Cavit Kürnek vb. Varyant kenarındaki ŞATO denilen açık kahvehanede buluşur, şiir ve edebiyat üzerine konuşur, tartışırdık. Aynı yıllarda, Attila İlhan’ın yönettiği Demokrat İzmir gazetesinin kültür sayfası da çoğumuz için ‘edebiyat ve şiire geçiş kapısı’ olmuştur. En yakın gençlik arkadaşlarımdan Levent Atalay, bir gün Edip Cansever’i görmek için İstanbul’a gitmişti. Dönüşünde Edip Cansever ile konuşmalarını ballandıra ballandıra anlatmıştı bize. Daha sonraki günler ben de İstanbul’a gidişimde Edip Cansever ile tanıştım. Bir lise talebesi ile ünlü bir şairin buluşmasıydı bu. Kapalıçarşı’daki dükkânında uzun uzun konuştuk. Daha doğrusu ben her söylediğini can kulağıyla, merakla ve tutkuyla dinledim. Yanından ayrılırken arkamdan söylediği şu cümleyi hiç unutmadım:

-“Özkan! İyi şiir yazmak istiyorsan ekonomi öğren, ekonomi!” Edip Cansever’in bu sözünü hiç unutmadım. Ekonomi ve politika’nın iyi şiirin sacayakları olduğunu daha lise talebesiyken öğrendim ve kendime ilke edindim.

Cemal Süreya, ‘Bu Şiiri Yayınlarsak Papirüs’ü Kapatırlar’

Daha sonraki yıllar Ağrı’da askerlik görevimi yaparken, asker izniyle İstanbul’a geldiğimde (1966) ilk işim Cemal Süreya’yı görmek olmuştu. Papirüs dergisini çıkardığı yazıhanesinin kapısını çaldım. Üzerimde de asker elbisesi vardı. Kapıya çıkınca:

-“Merhaba”, dedim. “Ben, Özkan Mert…” Cümlemi bitirmeme fırsat vermeden, “Gel bakalım, demek Özkan Mert sensin!” Beni içeri aldı, çay ısmarladı. Papirüs’ten, şiirden konuştuk.
-“Size, Papirüs için bir şiir getirdim”, dedim.

Şiiri aldı, bir köşeye çekildi, sessizce ve dikkatle okudu.

–“Güzel!” dedi. “Çok güzel! Sen, Nâzım’ların, Neruda’ların, Mayakovski’lerin… çizgisindesin. Yalnız bu şiiri Papirüs’te yayınlarsak, seni de içeri atarlar, beni de, Papirüs’ü de kapatırlar. Sen istersen git, bir düşün, sonra gel, gene konuşalım.” Ayrıldım yanından, düşündüm, gerçekten söylediği doğruydu Cemal’in. Ertesi günü tekrar ziyaret ettim kendisini ve “Yayınla” dedim, “şiiri”.

-“Peki” dedi. “İlk çıkacak sayıda yayınlayacağım.” Hürriyet Gösteri’deki günlüklerinde bu olayı şu cümlelerle anlattı: “(…) Özkan Mert gitti, üç gün üç gece düşündü ve geldi. Şiiri bastık!”

Bu şiir DİREN! EY KALBİM’di. Şiir yayınlandı, dergiyi de toplatmadılar. Ama daha sonra, 1969 yılı sonunda bu şiirimin de içinde yer aldığı KURACAĞIZ HERŞEYİ YENİDEN adlı ilk şiir kitabım toplatıldı ve 142/1. maddeden hakkımda dava açıldı. Şimdi düşünüyorum da, ne büyük bir tehlikeyi göze almış Cemal. Artık, Cemal Süreya, Vedat Günyol, Asım Bezirci, Hüseyin Cöntürk gibi bilge, onurlu ve dik duruşlu redaktörler kalmadı.

Hüseyin Cöntürk’ün Evine Geldiği Liseli Şair

Burada bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. İzmir'de Namık Kemal Lisesi’nde okuduğum yıllarda yazdığım şiirler, Hüseyin Cöntürk’ün Ankara’da yayınladığı DÖNEM dergisinde yayınlanmıştı. Okuldan eve döndüğüm bir akşam annem:

-“Bugün birisi geldi, seni görmek istedi bu zarfı bıraktı,” dedi.
-“Nasıl biri” dedim.
-“Zarif, kibar bir adam,” dedi. Zarfı açtım, içinden 30 lira ve küçük bir kâğıda yazılmış bir not çıktı. “Sizi tanımak istedim. Bu para Dönem’de yayınlanan şiirlerinizin telif hakkıdır.”

Çok şaşırdım ve etkilendim tabii. Dönemin koskoca en ünlü şiir eleştirmenlerinden Hüseyin Cöntürk, ta Ankara’dan kalkıp, İzmir’e, Eşrefpaşa’ya, beni, bir lise talebesini görmeye geliyor ve telif hakkımı getiriyor. İnanılmaz bir şey! Bugün böyle bir şey düşünebilir misiniz? Asla! Türk Edebiyatı’nın bilge, yürekli, namuslu ‘Altın adamları’… Cemal’ler Cöntürk’ler, Bezirci’ler, Vedat Günyol’lar yok artık. Yılını hatırlamıyorum, 6, 7 yıl önce olmalı, Enver Ercan’ı yazıhanesinde ziyaret etmiştim İstanbul’da. Masanın üzerinde Yasak Meyve, Varlık dergileri ve şiirler vardı. Dergide yayınlanacak şiirlerdi bunlar. “Bak abi, bu şiire, çok güzel!” Okudum, genç bir şairin çok güzel bir şiiriydi. Diğer şiirleri de okudum masanın üzerindeki. Hepsi çok kötü şiirlerdi. “Enver” dedim, “bu şiirleri yayınlamayacaksın herhalde”. Bana verdiği yanıtı hiç unutmadım:

-“Yayınlamazsam öldürürler beni abi. Dergide yayınladığım her on şiirden biri iyiyse çok iyi demektir bu!”

Bu yüzden dergiler kötü şiirlerle, kayırılmış şiirlerle doludur. TÜRK EDEBİYATINDA KÖTÜ ŞİİR FAŞİZMİ vardır. Bunların başında sermaye dergilerinin ve yayınevlerinin köşelerine kıvrılmış süper entelektüel şiir simsarları gelir. Kendi yazdıkları şiirin dışında başka bir şiirin gelişmesini istemezler. Bunlar Türk şiirinin yarasalarıdır. İyi şiir düşmanıdırlar. Çünkü iyi şiir, kötü şairleri açığa çıkarır. Mehmet Fuat ve Mehmet H. Doğan’ı saymazsak, ki bunlar Türk şiirinin ‘Son samurayları’dır, Türk Şiiri o kadar çok kirlenmiştir ki, şiir antolojileri, dergiler, çıkaranların mahalle arkadaşlarının ya da asker arkadaşlarının şiirleriyle doldurulmuştur. Örneğin çok ünlü (!) bir şairimiz hazırladığı Türk Şiiri Antolojisi’ne, Edip Cansever’den 7 şiir alırken, kardeşinden 15 şiir almakta en küçük bir sakınca görmemiştir. Kimse de bunun farkında değildir, farkındaysa da sesini çıkarmaz. Zaten Türk Edebiyatında ve şiirinde ciddi ve kurumsallaşmış/gelenekselleşmiş nesnel/bilimsel bir eleştiri olmadığı için düdüğü eline alan herkes hakem diye maça çıkıyor.

Üstü Kalsın

İsveç’te yaşadığım yıllarda da Cemal Süreya ile dostluğumuz devam etti. İsveç Devlet Radyosu’nda çalıştığım yıllarda, Demir Özlü odama gelir, Stockholm’den Cemal’e telefon eder uzun uzun konuşurduk. Demir Özlü, Cemal ile konuşmasına “Sevgili Cemal, büyük estet!” diye başlardı. İstanbul’a gelişlerimde de Behzat Ay ve Cemal ile Cağaloğlu’nda, Gazeteciler Lokali’nde ya da bir meyhanede buluşurduk. Bir seferinde gene Cağaloğlu’nda bir meyhanede buluşacaktık (sanıyorum Yeşil Kıbrıs Meyhanesiydi). Meyhaneye doğru yürürken, biraz ileride Cemal’i gördüm. Arkasından kolunu tutup biraz korkutmak istedim. O hiç aldırmadan “Bak!” dedi. “Yeni şiirim! Oku, nasıl bulacaksın?” Okudum “Çok güzel, çok sevdim!” dedim. Bu şiir ÜSTÜ KALSIN adlı şiiriydi:


ÜSTÜ KALSIN

Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir. . .

Üstü kalsın. . .

Meyhanede Ahmet Necdet ve eski CHP milletvekili bir arkadaş bizi bekliyordu. Rakılarımızı ve mezelerimizi ısmarladık. Cemal: “Burada buluşmuşken bir söyleşi yapalım” dedi. Bana döndü: “Neyi konuşalım?” Ben de o günlerin popüler konularından biri olan: “Entel Barlar’ı konuşalım” dedim. Cemal, Nokta dergisine telefon etti. Kısa bir süre sonra hanım bir muhabir geldi. Cemal, A. Necdet ve ben ENTEL BARLARI konuştuk. Bu konuşmalarımız Nokta dergisinde resimlerimizle birlikte yayınlandı. Derginin bu sayısını hiçbir yerde bulmadım. Elinde fazla olan var mıdır acaba?

Turgut Uyar ve Ece Ayhan’ı Ankara’da DTCF’de okuduğum 68-70 yıllarında tanıdım. Ama İlhan Berk’i İsveç’ten Türkiye’ye her gelişimde Bodrum’daki evinde ziyaret ettim, salondaki seramik sobasının kenarında oturur şiir üzerine konuşurduk. Şiir notları aldığı küçük defterlerini gösterirdi bana.

-“Sen de notlar alıyor musun?” diye sorardı.

-“Alıyorum ama sizin kadar değil.”

-“Olmaz! Notlar almak çok önemli.”

İlhan Berk Özhan Mert

İlhan Berk ile bu konuşmamdan sonra yanımda sürekli küçük bir defter taşıdım ve notlar aldım.

Üç Bölümden oluşan BİR DÜNYALININ NOTLARI adlı şiirimi çok sevmişti. Şiirimdeki dünyalı olma, dünya mülteciliği yaklaşımımı çok doğru ve haklı buluyordu ve bu konuya daha fazla yoğunlaşmamı ve yazmamı istiyordu.

–“Üç bölümden oluşan uzun bir şiir yazdım İlhan abi”, dedim.

–“Yetmez”, dedi. “Yetmez!”

Bugün daha iyi anlıyorum: Yetmez! daha fazla yazmalıyım

2. Yeni ve 60 Şiir Kuşağı Gerillaları

2. Yeni’ci şairlerle dost olurken, 69 yılında “60 Şiir Kuşağı Manifestosu”nu imzaladığım yaşıtlarım şairlerle tüm ilişkilerim kopmuştu. Çünkü hepimiz çok farklı yerlerdeydik ve çok

farklı konumlardaydık. Peki! 2. Yeni şiiriyle, Toplumcu/gerçekçi 60 Şiir Kuşağı nerede ayrışıyordu. Bunu çok özet olarak bir tek cümlede anlatmıştım:

“2. Yeni’ciler hayatı, sözcüklerden, Toplumcu/Gerçekçi Şiir Kuşağı ise sözcükleri hayat’tan çıkardılar.”

Bu yüzden şiirlerimizde en çok kullandığımız sözcük ‘HAYAT’ sözcüğüdür. “2. Yeni şairlerinin: Cemal Süreya-İlhan Berk-Ece Ayhan-Edip Cansever-Ülkü Tamer’in şiirleri o kadar kalın çizgilerle birbirinden ayrılır ki, ortak bir paydada toplayabileceğimiz bir 2. Yeni Şiiri’nden söz etmek güçtür. Örneğin: Ece Ayhan şiiriyle, Ülkü Tamer şiiri arasındaki fark, Ece Ayhan ile Özkan Mert şiiri arasındaki farktan daha büyüktür. Ülkü Tamer şiiri insanlığın ayak seslerini duyuran bir şiir olarak, Toplumcu/Gerçekçi Şiir’e daha yakındır. Cemal Süreya’yı da hiçbir zaman 2. Yeni’ci olarak görememişimdir. Bir gün kendisine:

“Ya Cemal, senin 2. Yeni ile ne ilişkin var?” diye sorduğumda bana şu yanıtı vermişti: “2. Yeni benim evim!”

60 Şiir Kuşağı Şiiri Sokakta Buldu

Demir Özlü bir yazısında bizim şiir kuşağından söz ederken: “Onlar şiiri sokakta buldular”, der. 60’lı yılların toplumsal devinimlerinin içinde gözlerini sokakta açan 60 Devrimci Şiir Kuşağı hayatla devrimi ve sözcükleri özleştiren bir “şiir cephesi” açtı. Ve devrim sürekli olarak aradığı EV’i oldu. Kendi adıma ben, şiirlerimle hâlâ arıyorum.

Deniz Balıkları ve Çiftlik Balıkları
Şairler ve Şiir Teknisyenleri

Deniz balıkları denizin derinliklerinde ararlar yiyeceklerini, çiftlik balıkları da sahiplerinin verdikleri yemleri yerler ama kendilerini deniz balığı sanırlar. Fakat çok özel bir cins daha vardır: Deniz balığıdırlar ama çiftliklerin ağlarından denize dökülen yemleri yerler. Ama balıkçılar bu balıkları da deniz balığı diye satarlar. Gerçek deniz balıklarıyla nerdeyse aynı fiyata satarlar.

Cemal Süreya-İlhan Berk-Ece Ayhan-Edip Cansever-Ülkü Tamer, 2. Yeni’nin 5 atlısıdır. Mert-Özel-Berfe-Behramoğlu da, bugün çok ayrı yerlerde ve ayrı konumlarda olsalar da Devrimci 60 Şiiri’nin 4 gerillasıdır. Gerçek deniz balıklarıdır. Şu ya da bu nedenle kendilerini bu iki akımın içinde göstermeye çalışanlar, çiftlik balıklarının yemiyle beslendikleri halde, kendilerini deniz balığı sananlardır. Çiftlik balıklarını her yerde görebilirsiniz. Bunlar şair değil, şiir teknisyenleridir.

Erdal Öz, bir gün bana: Sizlerin, “60 Şiir Kuşağı Manifestosu’yla çıkış yapan Mert-Özel-Berfe-Behramoğlu’nun ilk şiir kitaplarının adlarını yan yana koyduğumuz zaman tek bir cümle oluşturuyor ve şiirinizin ideolojisini ortaya koyuyor” demişti. Gerçekten öyle: EVET

İSYAN! BİR GÜN MUTLAKA, KURACAĞIZ HERŞEYİ YENİDEN, GÜN OLA!

Ama sakın 2. Yeni’cilerin ilk kitaplarının adlarını yan yana dizmeyin, çarpılırsınız.

Tümüyle bir kültürel yıkıntı içinde yaşadığımız son 15-20 yılda showman şairler çıktı ortaya. Bir reklam metnini sahnede bir showman ustalığıyla şiir gibi sunarak dikkatlerini üzerlerine çekmeye çalışıyorlar. Sunay Akın ve Küçük İskender gibi. Özgün Ergen, YENİ GELEN’in geçen sayısında: “Şair mi yoksa bir reklam yüzü mü Küçük İskender?” derken elbette haklıydı. Çok sevdiğim ve 90’lı yılların şiir fenomeni olarak gördüğüm Küçük İskender’i Bodrum’da birlikte katıldığımız Dünya Şiir Günü’nde dinlediğim zaman sunumuna hayran kalmıştım. Ama kendime şu soruyu sordum:

“Peki! Şiir nerede?”

Harika bir metin sunumuydu ama ortada şiir yoktu. Küçük İskender neden yapıyor bunu bilmiyorum. Çok yetenekli ve çok güzel şiirler yazmış bir şair neden reklamcı/showman olmak ister?

Her şeyin birbiriyle karıştırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Politik ve ideolojik alanda yaşanan değerler karmaşasının, daha doğrusu kokuşmasının şiire ve edebiyata sıçramaması elbette mümkün değildi. Her şeyde hile yapabilirsiniz ve her şeyi manipüle edebilirsiniz ama ŞİİRDE ASLA HİLE YAPAMAZSINIZ. Çünkü şiir sürekli olarak her yeni kuşakla yeniden doğrulanarak ve yeniden tanımlanarak kendini oluşturur. En büyük tehlike:

ŞİİRİN SORGULANMADIĞI BİR ÜLKEDE YAŞIYORUZ.

Aziz Nesin: Her 4 Türk’ten 5’i şairdir, demişti. Bence de dünya nüfusundan fazla şairin yaşadığı tek ülke Türkiye’dir. Sanıyorum en büyük sorunumuz: BİREY OLAMAMAKTA yatıyor. Birey olamayan insanlar özgürce düşünce üretemezler, özgürce düşünce üretemeyen insanların sorgulama, eleştiri ve yaratı yetileri yoktur. İnsanlar neyi bilmediklerini bilmezlerse, neyi bildiklerini de bilemezler.

Gerçek Manifestolar, Organik Manifestolar

İlhan Berk bir sohbetimizde:

-“Sen 60 Şiir Manifestocularındansın” dedi.

-“Evet! Doğru” dedim.

-“Ben de 2. Yeni Manifestosunu yazdım” dedi.

Manifestolar önemlidir. Elbette, sosyal, ekonomik, politik, tarihi, estetik ve edebi bir gerçeklikten kaynaklanıyorsa. 2. Yeni, Türk Şiirine, içerikte ve dilde, Avrupa Modernizmi getirdiği için tuttu. Çünkü ‘Hakiki’ydi. 60 Şiiri de tıpkı ‘Gezi olayları’ gibi sokaktan, işgallerden, direnişlerden doğdu ve kendi estetiğini yarattı. Ve 68’li yıllarda yazdığımız şiirler bu gün, yazıldığı yıllardan daha güncel ve her yerde okunuyor. Çünkü ‘Hakiki’ydi.

Buna karşılık bizden sonra devreye sokulmaya çalışan ‘Yeni Bütün’ çizgisi tutmadı. Çünkü hiçbir gerçekliği ve karşılığı yoktu toplumda. Çünkü ‘Hakiki’ değildi. ’Yeni Bütün?’ Neyin yeni bütünü, bütünün yenisi eskisi olmaz.

Onu Kulaklarından Tanıdım

2. Yeni’cilerden tanışmadığım yalnız Ülkü Tamer vardı. 40 yıllık İsveç ve dünya serüveninden sonra Bodrum’a yerleşmiştim. Bir gün eşim, Turgutreis pazarına giderken, önümüzde 50 metre uzakta yürüyen birisini işaret ederek:

-“İşte! O! Ülkü Tamer!”

Eşimin müthiş bir gözlem gücü var ve Türkolog, Türk ve Dünya şiirini çok iyi bilir:

-“Ne? Kim? Nereden biliyorsun Ülkü Tamer olduğunu?”

-“Kulaklarından tanıdım. Kocaman kulakları var!”

Koştuk yanına. Evet! Ülkü Tamer’di. Resimlerinden tanıdım.

-“Merhaba! Ben Özkan Mert”, dedim. Bu kez o şaşırmıştı:

-“Siz! Burada mısınız? Sizi İsveç’te sanıyordum.”

Ayaküstü en az bir saat konuştuk. Yorgun ve zayıf görünüyordu. Fotoğraflar çektirdik ve en yakın zamanda buluşmak üzere ayrıldık. Ülkü Tamer’i her cumartesi, alışveriş için Turgutreis pazarına giderken görüyordum. Pazarın hemen yanındaki GANYAN BAYİİ’nde, çoğu kez yalnızdı. Ve pek kimseyle görüşmek istemiyordu. Zayıf görünüyordu ama kanser olduğunu ve tedavi gördüğünü bilmiyordum. Bana da hiç söz etmedi.

Nuray Salman, Ülkü Tamer ile BİRGÜN gazetesi için söyleşi yapmak istiyordu. Hatta soracağı soruları göndermişti ama Ülkü hocadan yanıt gelmiyordu. Bir gün beni telefonla aradı: “Özkan hocam, sizi zar zor buldum, yanıtlarınızı aldım, teşekkür ederim ama Ülkü Tamer’den yanıt gelmiyor. Acaba siz bir konuşsanız, sizi dinler…”
-“Tamam”, dedim. “Onu nerede bulacağımı biliyorum. Kendisine söylerim.” Birkaç kez hatırlattım Ülkü Tamer’e söyleşiyi. Her seferinde, “tamam yanıtlayacağım” dedi ama hiçbir zaman yanıtlamadı. Böylece haftalar, aylar geçti. Son iki yılda Ülkü hocayla ayaküstü konuşmalarımız dışında, oturup konuşamadık.

31 Mart Cumartesi Turgutreis pazarına alışveriş için gittiğimde, Ülkü Tamer, Ganyan Bayii’nde yoktu. Bir süre sonra Erdal Alova telefon etti. Ülkü Tamer’in sağlık durumunun kötü olduğunu, tiyatrocu Nalan Özübek ile birlikte Amiral Kahve’de oturduklarını ve Ülkü Tamer için ne yapabileceğimizi konuştuklarını, söyledi: “Hemen gelebilir misin?” dedi.

Ellerimdeki torbalarla hemen gittim. Oturduk neler yapabileceğimizi konuştuk. Nalan hanım ekonomik destek için bir etkinlik düzenleyebileceğimizden söz etti. Erdal ve ben “Elimizden gelen her şeyi yaparız” dedik ve ayrıldık. Ve ertesi gün buluşmaya karar verdik. Fakat Ülkü Tamer için ertesi gün olmadı. 1 Nisan’da sosyal medya’dan Ülkü Tamer’in aramızdan ayrıldığını okudum ve şok geçirdim. Sanki 1 Nisan şakası gibiydi. Gece geç saatlerde şair Hakkı Zariç telefon etti. Haberi duymuş, cenaze namazının hangi camide kılınacağını ve hangi mezarlığa defnedileceğini sordu, söyledim kendisine. Ülkü Tamer, Gümüşlük Mezarlığına gömülmek istemişti, öyle de oldu.

Türk Şiirin büyük ustalarından, 2. Yeni’nin son atlısı da kanatlı atına binip uçtu gitti yıldızlara. Ülkü Tamer, insanlık acısının ve ironisinin sözcüklerinde dolaştığı büyük bir şairdi.

ÜŞÜR ÖLÜM BİLE

Bir ormanda tutup onu
Bağladılar ağaca
Yumdu sanki uyur gibi
Gözlerini usulca

Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle

Diz çöktüler karşısında
Sonra ateş ettiler
Parçalanan yüreğine
Yuva kurdu mermiler

Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle

Gelip kondu bir güvercin
Ellerine o gece
Kırmızı bir çelenk oldu
Bileğinde kelepçe

Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle

Gençlik İdolüm Fikret Hakan

Gençliğimde gençlik idolüm olmamıştır hiç. Ama hayran olduğum ve okuduğum pek çok bilim, devlet ve sanat adamları olmuştur: M. Kemal, Mandela, Einstein, Nâzım, Gandhi, Karin Boye, J. Brodsky vb.

Fikret Hakan & Özkan Mert


Gençliğimde, filmlerini kaçırmadığım ve çok sevdiğim bir aktör Fikret Hakan’dı. Fikret Hakan, Irgatoğlu Atçalı Kel Mehmet filminde, Atçalı’yı oynamıştı. Ve bu filmi defalarca seyrettim. Ben de 70’li yıllarda Irgatoğlu Atçalı Kel Mehmet Destanı’nı yazdım. Hatta bu şiire TRT 70 Şiir Ödülü verilmiş, sonra komünist olduğum anlaşılınca ödülü açıklama yapmadan alelacele geri çekmişlerdi. Şimdi bunu tatlı bir nostalji olarak hatırlar gülerim. Güzel ülkem nerelerden geçti ve geçmekte ve geçecek. Şiir bu yolcuğa ne kadar tanıklık edecek, göreceğiz.

Bir gece yarısı bir telefon geldi. Özkan Mert ile görüşmek istediğini söyleyen bir ses… “Buyurun” dedim, “ben Özkan Mert!” Bir şiir adı söyledi ve ‘Bu şiiri siz mi yazdınız?’ diye sordu. “Peki! Siz kimsiniz?” diye sordum:

-“Ben Fikret Hakan!” Şaşırdım. Eşim sordu:

-“Kim o, kim arıyor bu saatte?”

-“Irgatoğlu Atçalı Kel Mehmet”, dedim.

Fikret Hakan ile ilk tanışmamız böyle oldu. Bodrum’da Göltürkbükü’nde evi vardı. Arada bir Gümüşlük’e beni ziyarete geliyordu. Gümüşlük’te ‘Faik’in Gayfesi’ne gidip, Ercan/Erol kardeşlerin ünlü ekmek arası köftelerinden yiyor, saatlerce sohbet ediyorduk. Her şeyden konuşuyorduk… şiirden, sanattan, sağlıktan. SON RUZNAMECİ, adlı şiir kitabı ile GECE LİMANI, adlı öykü kitabını imzalamıştı bana. Ayrıca TÜRK SİNEMA TARİHİ (1914-1996) adlı bir kitabı vardı. Ben de kitaplarımı imzaladım Fikret’e.

Bir gün telefonda konuşurken, “Kapatıyorum” dedi. “Jandarma geldi!” Fikret Hakan’ın bahçesindeki çiçek, komşusunun bahçesine sarkmış, komşusu da Fikret’i jandarmaya şikâyet etmişti. Fikret hastaydı, yürümekte zorlanıyordu. 204 film, 28 dizi film ve 26 tiyatro oyununda oynayan Fikret Hakan 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanını almıştı.

Geçen yıl 11 Temmuz’da televizyonlardan, akciğer kanserinden öldüğünü duyunca kanım dondu. Gençliğimin tek idolü ve son yılında dostum olan bu dev aktör aramızdan ayrılmıştı.

Güle güle idolüm ve sevgili dostum Fikret Hakan! Yolun açık olsun!

Yokluğunda Başlat

Varlığını

Ey, Aslı Işığa Dayalı,

Gece. . .

Tüm Yanlışlar Bitti.

Kiralıyor

Kendini Aydınlığa

Gece. . . . .

Düşünmenin sonsuzluğunu kurcalıyorum.

Kilit var ve anahtar da

ama kapı nerde?

Suskun ve Korkak Şiirler ve Sanat AKP İktidarı’nın Sacayaklarıdır

Ülkemizde Aziz Nesin’in sözüyle her 4 Türkten 5’i şair. Ya da şiir yazıyor. Bana göre de, Türkiye, dünya nüfusundan fazla şairin yaşadığı tek ülke. Fakat, sanki bu şiir/yazarlar Türkiye’de yaşamıyorlar. Yazdıkları kuru gürültülerle dolu, aslında belki de ihtiyaçları bir psikologa gidip konuşmak ama bu konuşmayı şiire dökerek rahatlamayı umut ediyorlar. Türkiye’de ‘Kötü Şiir’ olgusu, edebiyatsal bir sorun değil, sosyolojik ve ekonomik bir sorun. Edebiyat ve şiir bu sorunu çözemez. Daha önce de yazmıştım: Türkiye ünlü/kötü şairler cenneti’. Şiir/yazarlar ya da şiir teknisyenleri: “Kötü/şiir yazarak, bu kadar ünlü olunabiliyorsa, ben neden yazmayayım?” diye düşünmekte haklı değiller mi?

Sanatta korku o kadar bacayı sarmış ki, Televizyonda arada bir ‘Güldür Güldür’ programını izlerim, o kadar çok konu ve oyunun içinde bir tek iktidar eleştirisine rastlamadım. Oysa bir tiyatro oyunu için politikacılardan daha güzel bir obje olabilir mi? Ayıp oluyor! Bu kadar korku olmaz.

KAFASI ÖZGÜRLEŞMEMİŞ SANATÇILARDAN SANATÇI OLMAZ, KÖLE OLUR.

‘Şiirin Kamuoyu Nereye Gider Bilinmez’

Türk Şiirinin en büyük kaybı, Memet Fuat, Mehmet H. Doğan, Hüseyin Cöntürk Asım Bezirci gibi eleştirmen kuşağının yoksunluğudur. Memet Fuat’ı son günlerinde evinde ziyaret etmiştim. Hastaydı ve bir alete bağlı olarak yaşıyordu. Hayvanlardan söz ettik önce. Memet Fuat:

-“Bak!” dedi. “Bir hayvan doğduktan sonra hemen birkaç denemeden sonra yürümeye başlar, insanoğlu ise doğduktan 9 ay sonra yürümeye başlar.” Küskündü biraz “İnsan”a. Bana İsveç şiirini sordu, oradaki yaşantımı ve deneylerimi vb. öğrenmek istedi. Merakla bana sorular sorarak dinledi. Sürekli şiir üzerine konuştuk.

-“Bak! Özkan, şiirin komuoyunun nereye gideceği belli olmaz,” dedi.

Memet Fuat’ın bu sözünü hiç unutmadım, üzerinde çok düşündüm.

Şiir denize atılmış bir şişe gibidir, nerede karaya vuracağı bilinmez ya da adresi bilinmeyen bir yere gönderilmiş bir mektup gibidir, adresini kendi bulur. Van’ın küçük bir köyünde ya da İzmit’te, Küçükkuyu’da vb. insanların şiirlerimi okumak için toplandığını ya da Çanakkale’de, İzmir’de meyhane duvarlarına şiirlerimin asıldığını, evlilik davetiyelerine aşk şiirlerimin basıldığını duymak benim için aldığım en büyük ödül oldu. Bir şair için en büyük ödül halkının ve tüm insanların oğlu olmaktır.

İyi şiirler, yalnızca yazıldıkları döneme ait değildir, kendilerini çağlar ötesine taşıyacak bir rüzgâr ve enerji taşırlar.

Ve

Bu yazıya başlarken amacım, Ülkü Tamer ve şirini yazmaktı. Ama Ülkü ustaya gelirken, yaşanmış anıları anmadan ve güzel insanların arasında bir gezinti yapmadan edemedim. Ayrıca bunları yazacak fazla insan da kalmadı.

Özkan Mert

19 Nisan 2021 Pazartesi | 338 Görüntülenme

İlgili Kategori: Eleştiri

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler