Türkiye Ekonomisinde Yapısal Dönüşüm: Tarımsal-Üretici Toplumdan Tüketim Bağımlısı Topluma

Türkiye Ekonomisinde Yapısal Dönüşüm:  Tarımsal-Üretici Toplumdan Tüketim Bağımlısı Topluma - Ufuk Özcan

Türkiye, yakın bir geçmişe, 1980’li yıllara kadar ağırlıklı olarak tarımsal-üretici bir ülke konumundaydı. Önceki yüz yıllık dönemde endüstrileşme alanında çeşitli faaliyetler görülmüş olsa bile, ekonomide tarım kesimi ve tarımsal üretim başattı. Tarım, Cumhuriyet döneminde büyük ölçüde devlet desteğiyle, sübvansiyon uygulamalarıyla ayakta kalabilen, nispeten üretken bir sektördü. Mevcut sanayi yatırımları tarım sektörüne nispetle güdük kalmıştı. Özellikle 1950’lerden itibaren ise “montaj sanayi” adı verilen, teknoloji ve makina ithaline dayalı, Batılı endüstriyel metropollere bağımlı bir sanayileşme politikası izlenmiştir. Türkiye 1980’lerden bu yana sanayi üretimi alanında dikkat çekici gelişmeler kaydetmiştir. Ancak bugün gelinen noktada bile Türkiye’nin teknoloji veya know-how üreten bir ülke olmadığı aşikârdır. Buna karşılık, özellikle son otuz yıllık zaman diliminde Türkiye teknoloji tüketimi itibariyle oldukça ileri düzeylerde bireysel ve kamusal harcamalar yapan bir ülke konumuna gelmiştir. Politik ekonomi ve makro iktisat bilgisine sahip çoğu iktisatçı hazır teknolojiye ve lüks teknolojik eşyaya yapılan yatırımın verimsiz ve ölü bir yatırım olduğunu bilir. Türkiye’nin, dünya ülkeleriyle kıyaslandığında teknoloji üretimine kıyasla teknoloji tüketiminde/harcamasında ön sıralarda olmasının birkaç sonucu üzerinde durabiliriz. Öncelikle toplumun tasarruf ve tüketim anlayışı büyük bir hızla değişmektedir. Sarfiyat ve borçlanma rakamları tasarruf rakamlarının çok gerisinde kalmıştır. Daha doğrusu Türk vatandaşı tasarruf kavramını adeta unutmuş gözükmektedir. 2010'larda T.C. Maliye Bakanının Türkiye'de halkın tasarruf mevduat oranlarının tüm Cumhuriyet tarihi içindeki en düşük oranlara düştüğünü açıklaması bu açıdan önemli bir göstergedir. Bu durum, toplumda üretmekten ve tasarrufta bulunmaktan daha çok tüketme eğiliminin güçlendiğini göstermekedir. Harcamaların belli bir bölümünün lüks eşyaya ve marka tüketimine yönelmiş olmasının, bireylerin sosyal sınıf ya da statü beklentileriyle bir ilgisi olmalıdır. Bu nedenle, lüks tüketimde görülen nispi artışın, bu tür tüketime yönelen kesimin zenginlik artışıyla doğrudan bir ilişkisinin bulunup bulunmadığı ilgi çekici bir araştırma konusu olabilir. Son yıllara ait tüketim harcamalarına bakıldığında, elektronik eşyaya, hazır giyime, eğlenceye, ulaşım harcamalarına, iletişim ve bilişim teknolojilerine ayrılan payın giderek büyüdüğü gözlenmektedir. Bu gelişmede, üretim ekonomisinin yerine tüketim ekonomisinin geçmesi kadar, son zamanlarda biçimlenen yeni orta sınıf kültürünün de rolü vardır. Neoliberal değerlere dayalı yeni orta sınıf kültürü bireysellik, farklılık, statü iktisabı, haz ve tüketim odaklıdır. Bu değerler 90'lı yıllardan itibaren siyaset ve medya aktörleri tarafından çağın yükselen değerleri olarak sunulmuş ve toplumun değişik katmanlarında sorgulanmaksızın benimsenmiştir. Böylece “bireysel farklılık” vaat eden teknolojiler ve tüketim adeta fetişleştirilmektedir. 1990’ların medyatik deyişiyle “çalışmak ve üretmek out”, “aylaklık ve tüketmek in”dir artık. Kolektif eylemin ve dayanışmanın yerini bireysel eylem, kişisel hırs ve başarı duygusu almıştır. “Mutlu”, “başarılı” ve “makbul” birey olmanın kriteri olarak yüksek tüketim beklentileri ve rakamları sunulmaktadır. Bunun sonucunda birçok insan, tam da tüketime endeksli kapitalizmin hırslı, aşırı bireyci, sabırsız ve tatminsiz aktörleri haline gelmektedir. Tüketime odaklı bu yeni insan tipinin Batılı toplum modelinde bir “tüketim toplumu”nu meydana çıkardığı ve evrenselleştirdiği iddia edilse bile, bu kavram, Türkiye gibi Batı dışı toplumların gerçekliğini ifade etmekten uzaktır. Türkiye’de 2002-2014 arası dönemde tarım ve sanayi sektörlerinde ani ve büyük düşüşler gerçekleşirken, müteahhitlik ve hizmet sektörlerinin ön plana çıkması; Türkiye’de yurttaşların kredi kartı borçlarının 4.3 milyar liradan 83.8 milyar liraya, tüketici kredileri borcunun toplamının ise 2.3 milyar liradan 248.4 milyar liraya ulaşması bir başka önemli göstergedir. Rakamlar fütursuz ölçüdedir. Borç batağı içinde yüzen yurttaşın dramının ekonomi-dışı yansımaları apayrı bir tartışma konusudur. Hadise, salt ekonomik bir hadise değildir. Ekonomik grafikler protestolu, icralık çek-senetlerin ve kredi kartı borçlarının artışını gösterirken, toplum, ekonomi dışı tezahürlerle derinden sarsılmaktadır: Sosyal sarsıntı ve çöküntü, değer kaybı, yaygın uyuşturucu kullanımı, kriminal olaylarda artış vs.

Sözde Küçülen Lüks Tüketimle Büyüyen Devlet

Yurttaşın mevduat hacmi düşerken aile başına düşen borç oranının anormal ölçüde yükselmiş olması “tüketim” olgusunun başka bir gözle sorgulanmasını gerektirmektedir. Yurttaş ve birey görülmemiş ölçüde korunaksızdır. Evet, tüm dünyada tüketim göstergeleri hemen her alanı kaplamış ve bir görünürlük kazanmıştır. Ancak bu durum, Türkiye gibi ülkelerin Batılı tarzda bir “tüketim toplumu” haline geldiği anlamını da taşımamalıdır. Tüketime dair bazı rakamlar ve dış görüntü bizi aldatmamalıdır. Daha gerçekçi bir tablo üzerinde değerlendirme yapmak için, her ne kadar gerçek durumu yansıtmasa bile, TÜİK’in her yıl açıkladığı işsizlik, istihdam, ücret, gıda tüketimi vb. verilerine bakmak gerekmektedir. Bu veriler dikkatle incelendiği zaman asıl sorunun tüketim olmaktan ziyade, asgari ücret, güvencesizlik ve emek istismarı üzerine oturan “esnek üretim”, taşeron sistemi, olumsuz çalışma şartları ve her açıdan yoksunlaşma olduğu görülecektir. Ancak, belli kalemlerdeki yüksek tüketim göstergeleri bu temel gerçeği, toplumun en geniş kesimlerinin yoksullaşıp mevcut sisteme bağımlı hale geldiği gerçeğini perdelemektedir.

Tüketiciler tarafından ne tür teknolojilerin daha fazla tercih edildiği ve hangi saiklerle satın alındığı da mercek altına alınması gereken bir konudur. Son zamanlarda gerek bireysel, gerekse kamusal tüketicinin (devlet kurumlarının) ileri teknolojiye ve lüks tüketime yöneldiği göze çarpmaktadır. Elbette bu iki tüketici tipinin tercihleri aynı kategoride ele alınamaz. Bireysel tüketiciyi de kendi içinde en azından iki ayrı kategori içinde değerlendirmek gerekmektedir. Devlet kurumları lüks tüketime büyük meblağlar ayırmaktadır. Neoliberal prensipler doğrultusunda “devletin küçültülmesi” gerektiği yolundaki önkabul ve uyarılara rağmen, tam tersine bir durum gözlenmektedir. Devlet kurumları tarafından kamusal binalar, saraylar, zırhlı otomobiller, uçak ve helikopterler, ultra lüks konutlar, denetim ve güvenlik vb. için dev harcamalar yapılmaktadır. Bu durumun dev bir israf ekonomisi yarattığını öne sürmek herhalde abartılı olmayacaktır. Buna karşılık devletin kamusal/sosyal harcamalarının (en başta eğitim ve sağlık olmak üzere) ciddi biçimde kısıtlanmış olması çarpıcı bir paradoks oluşturmaktadır. Küçük bir bürokratik zümre için yapılan büyük harcamalarla kıyaslandığında toplumun en geniş kesimlerinin bireysel harcamalarının devede kulak misali kaldığı açıktır. Geniş toplum kesimleri üretimden koparılarak arsa-konut vb. rantiyeliğine dayalı bir yaşam tarzına, başka bir deyişle hazırcılığa alıştırılmıştır. Her halükârda, ready-made tabir edilen teknolojiye yapılan aşırı harcamalar kolektif bir yarar sağlamaktan uzaktır. Satın alınan teknolojinin maliyeti ile ondan elde edilen toplumsal yarar kıyaslandığında ödenen bedelin çok daha fazla olduğu söylenebilir. Özellikle bilişim teknolojilerine yapılan yüksek yatırımlar beklenen yararı sağlamaktan uzaktır. Onlarca yıldır bu alana yapılan harcamalara bakan birinin Türkiye’de bir “bilişim devrimi”nin gerçekleştiği izlenimine kapılması beklenirdi. Halbuki hazır tüketicilikle ve iletişim becerileriyle bir toplumsal atılım sağlanamıyor; bireysel olarak da ileri bir noktaya varılmıyor. Aslında bir kâr-zarar analizi yapmadan önce, bütün bu teknoloji harikası oyuncaklara ne kadar ihtiyacımız olduğu tartışılmalı.

Küresel Ağlar İçinde Teknoloji Tüketimi

Tüketimi önceleyen yaşam tarzı, bireysel olarak tercih edilmekten ziyade küresel kapitalist sistemce empoze edilen bir yaşam tarzıdır. Bütün insanlık kapitalizmin yeni bir evresini küresel ölçekte yaşıyor. Elbette Türkiye de mevcut küresel ağın bir parçası. Bundan dolayı tüketim çılgınlığı olayını kendi başına bir olay olarak, bireysel, bölgesel veya ulusal çap içinde anlamak pek mümkün değildir. Elbette tüketim anlayışı ve pratikleri açısından ülkeden ülkeye, kültürden kültüre önemli farklılıklar görülmektedir. Ancak, küresel sistemin dayattığı bir sorunu lokal bir düzeyde kavramak da, çözüm getirmek de oldukça güçtür. Asıl sorun küresel sistem içinde emeğin uluslararası bölümlenme ve örgütlenmesinden, kaynak dağılımından, bölüşüm eşitsizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu da bizlerin ekonomik olgulara salt üretim veya tüketim açısından değil, bölüşüm ve paylaşım açısından da bakmasını gerektiriyor. Üretilen zenginliklerin bölüşüm ve paylaşımı açısından yerküremizin pembe bir tablo sergilediğini düşünmek son derece zor. Üretim, tüketim ve bölüşüm noktasında sadece ülkeler arasında değil, Batılı toplumlar ile Batı dışı toplumlar arasında, farklı toplumsal sınıflar arasında da ciddi asimetrik farklılıklar, eşitsizlikler olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Bu açıdan, örneğin tüketim oranları ve alışkanlıkları itibariyle New York, Londra ve Amsterdam gibi şehirleri Kabil, Bağdat, Rabat, New Meksiko ile kıyaslamak anlamlı olacaktır.

Amerikalı sosyolog Ritzer, yeni-kapitalist çağın simge mekanlarından biri olan alışveriş merkezleri için “Tüketim Katedralleri” tabirini kullanıyor. Onun çalışmalarını okuyup etkilenen akademisyenler de aynı terminolojiye başvurarak Türkiye hakkında benzer tahliller yapıyorlar. Türkiye’de alışveriş mekânları için “katedral” metaforunun ne kadar uygun düştüğü oldukça tartışmalı bir konu. Çünkü AVM’ler, Türkiye gibi ülkelerde salt tüketimin değil, aynı zamanda aylaklığın, zaman öldürmenin ve “tükenmenin” de mekânlarıdır. İşsizlerin, yoksulların, dilencilerin, varoş delikanlılarının, yoksul emeklilerin vb. AVM’leri soğuktan korunma, geçici barınma, zaman geçirme vb. gibi tüketim dışı amaçlarla tercih ettikleri konusunda kapsamlı bir sosyolojik araştırmaya ihtiyaç vardır. Gerçekte AVM’leri tapınaklardan ziyade şehir mezarlıklarına benzetmek daha uygun olabilir. Ama birkaç farkla: Mezarlıklar ölü bedenlerle doludur, AVM’ler ise ölü ruhlarla... Şurası da bir gerçek: Gerçek mezarlıklar AVM’lerden çok daha sevimli. O yüzden bu kasvetli yerlerin resmi makamlarca dualarla açılmasını insanın çok da yadırgamaması lazım. 

Meseleye Türkiye açısından baktığımızda şunları söylemek mümkün: Türkiye’de özellikle 1980’lerden itibaren kırsal yapıda, özellikle de kırın demografik yapısında köklü bir dönüşüm gerçekleşti. Aşırı büyük bir nüfus şehirlere yığıldı. Köy-kent nüfus dengesi ve dağılımı kent lehine radikal bir biçimde değişti. Cumhuriyet kurulduğunda toplam nüfusa oranı % 92 olan kır nüfusunun 2000 yılında % 48, 2014 yılında ise % 23 olduğu görülmektedir. Bu, mevcut tabloyu tersine çeviren müthiş bir demografik dönüşümdür ve elbette ekonominin işleyişini de doğrudan etkileyecektir. Büyük iç göç dalgası, en başta, büyük şehirlerde konut ihtiyacını açığa çıkarmış ve inşaat faaliyetlerinin hız kazanmasını tetiklemiştir. İkinci bir yönü de kentsel rantta gözlemlenen olağanüstü artıştır. Böylece tarım ağırlıklı üretim ekonomisinin kentsel ranta dayalı, katma değerce düşük, parazit bir ekonomiye dönüşümü gerçekleşmiştir. Sürecin gittikçe küçülen kırsal alana yansıması ise atıl halde kalan tarlalar, meyve bahçeleri ve sadece yaşlıların yaşadığı hayalet köyler oldu. Tarımsal ve hayvansal gıda üretiminde ani düşüşler ve ciddi bir yıkım yaşandı. Türkiye tarımsal gücünü yitiririrken kendi tahıl, et, yem, saman, meyve-sebze ihtiyacını bile karşılayamaz ve ithal eder hale geldi. Bu durum dışa bağımlılığı katmerlendirdiği gibi, özellikle gıdada kalite düşüşünü, GDO'lu gıda ürünlerini ve fiyat artışlarını da beraberinde getirdi. Türkiye’nin kendisini yerli kaynakları ve üretimiyle besleyemez duruma gelmesi öncelikle tarım sektörünün çöküntüsü ve üretimin gerilemesiyle yakından ilgiliydi. Gümrük duvarlarının da kalkmasıyla ithal ekonomi revaç buldu. Tarımsal üretimdeki durgunluk ve sanayi sektöründe üst üste yaşanan krizler üretimi baltalarken tüketimi kamçıladı. Ülkenin üretim ekonomisinden çıkışında, ithalata ve neoliberal politikalara ağırlık veren Özalist icraatların büyük bir payı ve rolü vardır. İthal ürünlerle çeşitlenen ve renklenen vitrinler Türk insanının beslenme, tüketim ve yaşam tarzı alışkanlıklarını radikal bir biçimde değiştirmiştir.

90’lardan itibaren kırsal nüfusun büyük ölçüde şehirlere (özellikle de üç büyük metropol) yığılmasının sonuçlarından biri de, bu metropollerin küresel ulus-ötesi şirketlerin kolayca ulaşabildiği pazarlar haline gelmesi oldu. Büyük şehirlerde alışveriş ve tüketimin AVM’lere kayması sonucunda kentlerin mahalle ve sokak aralarında bulunan küçük ölçekli işletmeler yok olma noktasına geldi. Neoliberal ithalat politikası sebebiyle de KOBİ'ler büyük bir hızla tasfiye oldular. Genel tabloya bakıldığında, özellikle AKP hükümetleri döneminde sanayi sektörü geri plana düştü ve onun yerine turizm, inşaat, havayolu ulaşımı, sağlık, bakım, kozmetik ve eğlence-dinlence gibi özelleşmiş hizmet sektörleri geçirildi. Türkiye büyük bir hızla küresel bir pazara dönüşmüştü.

1980 sonrası gelişmeler sadece ekonominin üretime dayalı kapasitesini değil, toplumun değer yargılarını, ekonomik zihniyeti, siyasal yapıyı, çalışma koşullarını da tahrip ederek insan-emek-üretim-teknoloji-tüketim ilişkisini köklü bir şekilde dönüştürdü. Şehirlere doluşan ve ucuz işgücü kaynağı oluşturan geniş kitlelerin bir “üretim toplumu”nun istihdam kaynağına karşılık gelmediğini iddia etmek mümkündür. Ancak bu kitlelerin “tüketim toplumu”nun bireylerine dönüştüğünü iddia etmek de birçok bakımdan gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Asgari ücretlilerin toplam nüfusun ciddi bir dilimini oluşturduğu, istihdamın her geçen gün düştüğü, bireysel borçlanma oranlarının gittikçe tavana vurduğu Türkiye'de “tüketim toplumu”ndan nasıl bahsedilebilir? Öte yandan mevcut kriz koşulları altında tüketim pratiklerinin değişeceği ve ister istemez bir zihniyet değişiminin yaşanacağı öngörülebilir. Son yıllarda tüketim sıralamasında öne geçen ve snoblukta sınır tanımayan İslami kesimlerin tasavvufi değerleri yeniden keşfetmeye yöneleceğini kestirebiliriz. Elbette bugünün bireyine taş devri insanlarının yaşam tarzına geri dönmeyi önermek anlamlı bir yol değil, primitivizm bugünün insanı için bir seçenek olamaz. Ancak kanaatkâr, tasarruf eden, armağan verip armağan alan, eşyayı metalaştırmayan, kolektif/komünal tarzda üretip tüketen, doğayı ölçüsüzce istismar etmekten geri duran atalarımızın aşırı gelişmiş dayanışmacı zihniyetinden ve imece pratiklerinden bugünün muhteris, müsrif, tüketici, müflis ve rantiye homo economicus’unun öğreneceği pek çok şey var. Yeni bir yaşama etiğinin ve estetiğinin geliştirilmesi için geçmiş tecrübelerden hâlâ çok şey öğrenebiliriz.

Ufuk Özcan

26 Mayıs 2021 Çarşamba | 400 Görüntülenme

İlgili Kategori: Eleştiri

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler