Ressam Zonaro’nun Anılarında 31 Mart Olayı

Ressam Zonaro’nun Anılarında 31 Mart Olayı - Turan Alptekin

Fausto Zonaro, 2000’li yılların başlarında, ilk kez Türkçe çevirisiyle, aydınlığa çıkmış bulunan anılarında bir ressam olarak İstanbul’un bir döneminin tarihini yaşatmakla kalmıyor; aile ve  ülke sevgisi, devleti korumada bütün gelenek gibi acımasızlığı ile Abdülhamid’in canlı bir portresi ve  yakın çevresi; haremde son mutlu günler ve hadım edilmiş habeşistanlı çocukların trajiği; İstanbul’da avrupalı yaşam çevreleri ve üst sınıfın  yaşam biçimi, Yıldız koruluğunun güzellikleri, Abdülhamid’in “irade”si ile kurulmuş porselen fabrikası, Yıldız’daki atölyeler; İttihad ve Terakkî komitesi ve 31 Mart Olayı; Abdülhamid’in Selânik’e sürgün edilişi ve sürgün edildiği gece Zonaro’un evinin penceresinden gördükleri  ve  artık yok olmuş bir İstanbul’dan göz kamaştırıcı görüntüler ile  ressamın  içinde yaşadığı günlerin, iyi bir gözlemcisini buluyoruz.

1890 yılında sanatına bir ufuk açma amacı ile geldiği İstanbul’da tabloları kısa zamanda batılı seçkin sınıfın ilgisini çeken genç ressam, diplomat çevrelerin isteği üzerine, o sıralarda taşrada patlak veren ve büyük sayıda ölüden söz edilen bir Ermeni ayaklanmasının yerinde çekilmiş belge-fotoğraflara dayalı bir resminin fotoğrafını Avusturya’da, almanca yayımlanan bir gazetede (Illustriert Zeitung) yayımlatır. Kompozisyon, 1890 yılı Erzurum Ermeni ayaklanmaları üzerine olacaktır. Altı yıl sonra, gerektiğinde eseri yönetime karşı bir silâh olarak da kullanılabilecek yetenekli ressam, Rusya büyükelçisinin etkili aracığı ile, kendisi de resme ilgi duyan ve sanatı koruyucu bir sultan olarak tanınmak isteyen Sultan İkinci Abdülhamid’in saray ressamlığı göreviyle onurlandırılır.

1890 yılı, bu yıldan başlayarak 1909 yılına dek sürecek ve bütün bedeli yönetimin yeni sorumluları İttihad ve Terakkicilere ödettirilecek Ermeni olaylarının da başlangıcı olacaktır. Anılar, bu olaylarla birlikte, dönemin ünlü yüzlerinin içinde yer aldığı değerli bir tanıklık, bir belgesel olarak günümüze de ışık tutan bilgiler içermededir.

1894’te Minareleri Yerle Bir Eden Deprem

1894 depremi ile ilgili tanıklıklarının, yine bir ressam olan Tevfik Fikret’in, ünlü şiirinde:  “Yer, birden için için ve uzun bir çırpınış ile kırdı, yıktı… Keder ve korku yüzleri soldurdu… Evler, aileler, hepsi, birer döküntü. Kalanlarsa ezik, hurda… Minareler bile yerle bir”[1] anlamında dizeleri ile örtüşüyor olması, anılara güvenimizi artırıyor: “Beşer bu uğursuz darbeye böyle uğrar Da / Biraz uslanır / Biraz uslanma için bin belâ... Ne sert bir uyarı!”

Ve işte Zonaro’nun şairi tamamlayan satırları:

“Ertesi gün, İstanbul’a, Kapalı Çarşının hüzün verici yıkıntılarını görmeye gittim. Zelzele, gizemli dar kıvrımları, binlerce dükkânın bulunduğu sonu gelmeyen kemerli dehlizleri ile buraya yüklenmiş görünüyordu. Burayı ayağının altında ezmiş, dümdüz etmişti Daha iyi görebilmek için Seraskerlik Kulesine[2] doğru yürüdüm. Oradan, şurda burda, yıkıntılar üzerinde, sağ kalmış birkaç dükkân sahibinin, altlarda kalan çeşitli mallarını çıkarmak için dolaştığı zavallı Kapalı Çarşının uğradığı felâketi; yolları temizleyerek, sayıları gittikçe çoğalacak gibi görünen kurbanları yerden kaldırmak üzere görevlilerce yönlendirilen işçileri görebiliyordum.”

 Zonaro’nun tanıklığı, bize 31 Mart olayları ile Osmanlı Bankası baskını olayının ortak yanlarını gösteriyor: Her iki olayın, sınıf çatışması yüzü, aydınlanıyor; monarch’ın, yükselen eğitimli sınıflar, asker ve bürokrat küçük-burjuva birlikteliğine karşı çağdaş bilgilere kapalı “eşraf” ve “esnaf” ile yaşamı onlara bağlı yoksul ve mülksüz toplulukları yanında tutma siyaseti, Taksim-Topçu Kışlası tartışmaları ile birlikte, günümüze ışık tutuyor.

Ressamın İsyan Manzaraları

İşte 31 Mart  (13-15 Nisan 1909) olaylarının tarafsız tanığının gördükleri:

13 Nisan sabahı facia başladı. Gece, garnizon basılmış, zabitler öldürülmüş, hapsedilmiş, kalanı da kaçmıştı. Payitaht  garnizonu zabitsizdi. Yerlerini Meşrutiyet’in görevden aldıklarıyla, eski yönetime bağlı  hocalar almıştı.

Meclis-i Mebusan, ulemanın yönlendirdiği askerlerce kuşatılmış; iki nazır ve bir mebus boğazlanarak öldürülmüştü. Kanuni Esasi Nezareti kaldırılmış; Meclis, askerler tarafından basılmış  ve dağıtılmıştı.

.... İstanbul’da Köprü’nün başına makineli tüfekler yerleşmişti: ... Her yer kargaşa içindeydi. Başlarında beyaz  sarıklı bir hoca ile, bölük bölük asker ağır adımlarla meydana doğru ilerliyordu. Kalabalık korkunçtu. Dükkânlar kapalıydı. ... Süngü takmış bir tabur, yolu tutmuştu.

... Ve işte, askerlerden ve dalga dalga hocaların beyaz sarıklarından  başka şey görünmeyen facia alanındayım.

.... Ana caddenin girişinde beyaz sarıklı bir kalabalığın arkasında, alanın ortasına doğru sürüklenen bir kalabalık yığınını gördükten hemen sonra, yakınlarda korkunç bir silah patlaması yankılandı. ... ağır ağır, Aya Sofya’nın geniş avlusunun parmaklıklarını sıyırarak, korkunç bir hızla yukarıya doğru çıkan kızgın bir asker ve halk  girdabına rastladığım Köprü’ye doğru, yola koyuldum.

.... Sultana bağlı savaş gemileri,  -Yıldız’ı bombalamak için  hazırlanan -,  kumandan Kabuli Beyin gemisini kuşatmışlardı. ... Daha sonra öğrendim ki, saraya vardığında, askerler zavallı Kabuli Beyi, Sultanın, merasimlerde, kalabalığa seslenmek ve yabancı temsilcilere görünmek üzere çıktığı mahfilin karşısındaki  bir ağaca bağlamışlar ve her halde oradan verilen bir işaret, bir buyrukla, dört çavuş aynı anda çevresini sararak cüretkâr âsinin vücuduna süngülerini saplamışlardı.

... 15 Nisan akşamına doğru, silâh sesleri azaldı. Eski yönetimin, görevlerine dönen zabitlerince düzen altına alınan askerler kışlalarına döndüler.

 Ertesi sabah güneş doğmak üzere, Kent, her yönden gelen bir kuşatma  altındadır. ... En uzun direnen Taşkışla da sonunda bir harabe yığınına döner ... Sultana bağlı askerler, ikişer, altışar, onar, terliklerle ve darmadağın, yokuş aşağı koşuyorlar, Yıldız’a doğru kaçıyorlardı.”

(Fausto Zonaro, Abdülhamid’in Hükümdarlığında Yirmi Yıl, Çeviri: Turan Alptekin-Lotto Romano,  2008).

Zonaro’nun anlattıkları, monarch’ın,  bir burjuva, intellektüel ve üst sınıf birleşmesine karşı “muhafazakâr” alt sınıfları kullandığını gösteriyor. “Manzaralar”da (Memleketimden İnsan Manzaraları), tanıkların söyledikleri,  bunu doğruluyor: “Ertesi gün baruthaneye gittik. / “Orada bir zabit öldürüldü. / “Şehre dağıldık. Ama soygunculuk yok. / “Bedava kendiliklerinden dükkâncılar veriyorlar. / “Kerhane, meyhane, silah atmak / keyfet bildiğin gibi.” (Memleketimden İnsan Manzaraları, 2002).

Toplumsal Uzlaşmaları Tanımayan Sultan

Monarch’ın yükselen eğitimli sınıfa karşı kendini savunmada bilgiye sırt çevirmiş “eşraf” ve “esnaf” ile yazgıları bu sınıflara bağlı alt sınıfı yanında tutma, kullanma ve yönlendirme siyaseti... Tevfik Fikret  “Sis” (1901)  şiirinde bu olguyu tanımlıyor: “Ey korku ve kaygı ile iki büklüm gezmeğe alışkın; önde gidenler ve halk!”: “Özgürlüğün en büyük düşmanı mutlu kölelerdir” diyor, bir yazar (Marie von Ebner-Eschenbach; ölm.1916). 

Gözden kaçan nokta, Adana olaylarının 31 Mart ayaklanmasının bastırılışından hemen üç gün sonra (18 Nisan 1325-1 Mayıs 1909) tarihinde patlamış olmasıdır: “Zevci gelir, mel’unlardan üçünü kurşunla katl eder”. Bu vesileyle, Ermeni evlerine saldırı ve karşılıklı öldürmelerle evlerin ateşe verilişi, kentin yağmalanışı: O gün, Tarsus sokaklarının cesetle dolduğunu Mihran Efendinin “Sabah”  gazetesinin 7038 numaralı sayısından (27 Nisan 1909) öğreniyoruz. 25 Nisan 1909’da da Abdülhamid tahttan indirilecek, olayların sorumluluğu devletin sürekliliği gereği onu devirenlere kalacaktır.  Abdülhamid’in kendisini devirenlere bıraktığı karşılık.

Burada, bir başka tanığın, O sırada Saint-Paul Amerikan kolejinde görevli olarak Tarsus’ta bulunan Helen Duvenport Gibbons’un 15 Nisan 1909 tarihli günlüğünden bir alıntı ile yetineceğim:  “Hükümetinizin sizi korumayı bırak, ordusunun yardımıyla sizi soymaları ve öldürmeleri için ara ara komşularınızı kışkırttığını bildiğiniz bir ülkede yaşamak nasıl bir şeydir.” (Tarsus’un Kırmızı Kilimleri, Çev.: Attila Tuygan, 2009; yayınlanışı 1917).

Tıpkı 6-7 Eylül olayları gibi...  Osmanlı Bankası olaylarında halkın yönlendirilişi ve sonuçları üzerinde daha önce genişçe durdum ( Evrensel Kültür, Mayıs 2010).

Soru şudur:  Ayaklanmalarda, direnme ve karşı koymaların ortak çizgileri nedir?  Sloganları, hedefleri, istekleri, başlangıçları gibi... Osmanlı Bankası baskını sonrası olaylar, 31 Mart ve Adana olayları bizi Abdülhamid’i sorgulamaya götürüyor.

Sultan, Tanzimat ve Islahat Fermanlarının yükümlülüklerini yok sayarak “ahd”i bozmuştur.  Bir Osmanlı aydını olarak Tevfik Fikret, “Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen...”  dizeleriyle bunu söylüyordu. Kullandığı sıfatı, izleyicisi bir büyük ad, tahtını koruma telâşında bir başka benzeri için kullanacaktır.  

Edebiyatçı, monarkın övgüsüne dönen bir algı eylemi önünde, susmalı mıdır? Tanpınar;  Tevfik Fikret’i;  tıpkı Nâmık Kemal gibi, -bugün, adları belleklerden silinmeye çalışılıyor olsa da-, bir düşünce kahramanı olarak görüyordu.  

Düşünen insanın, egemen güçlerce kendisine din olarak sunulan öğretinin doğruluğunu sorgulama hakkı vardır. Fikret’in şüpheyle baktığı inancın bir yüzünü de Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabânî’de (1911)  gösterecektir.

Son aylarda,  yoğun bir  kalabalığın  heyecanının yansıdığı, bir kadın hakları gösterisinde,  yalın insan sesinin, din adına yükseltilen amplifikatör’lerle bastırılmak, açıkça insanların seslerinin  kısılmak istenmesine karşı gösterdikleri  haklı ve yasal tepkiye  –sonraki aktarımlarında ilk görüntüleri yayından çekilen,- çağrıştırdıkları ile kaygı verici bir öfke “tirad”ını ve daha sonra bir siyasetçinin  seçim yorumları sırasında (milleti sinirlendirmeyin) uyarısını, hedef alınan toplulukla birleştirdiğimde, gözümde canlanan, bu anılar oldu. 

[1]  Tevfik Fikret, “Zelzele”, (Halûk’un Defteri).

[2]  Beyazıt Kulesi ( t.a.)

Turan Alptekin

15 Haziran 2021 Salı | 576 Görüntülenme

İlgili Kategori: Köprü

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler