Türkmenlerin Büyük Şairi Fuzuli

Türkmenlerin Büyük Şairi Fuzuli  - Turan Alptekin

“İçmiÅŸti Fuzûlî bu alevden,
DüÅŸmüÅŸtü bu iksîr ile Mecnun
Åžiirin sana anlattığı hâle.”
(Ahmet HaÅŸim)

 

Fuzûlî, edebiyatımızın da en büyük ÅŸairlerinden biridir: Anadolu Türk edebiyatında TaÅŸlıcalı Yahya Bey, Hayâlî, Bâkî, Niyâzi-i Mısrî, Nâbî, Nedîm, Åžeyh Galib, Gevherî, Âşık Ömer, Dertli, YeniÅŸehirli Avni Bey, Osman Åžems, Kâzım PaÅŸa, ve Ziya PaÅŸa, Muallim Nâcî, ve Süleyman Nazif üzerinde etkileri, bildiklerimizdir. Åžinasi de aralarında olmak üzere Abdülhak Hâmid ve Tevfik Fikret’ten Ahmet HaÅŸim’e dek Yeni Türk ÅŸiiri de ondan etkiler almıştır.

Tevfik Fikret, “Âveng-i Tesâvîr”de, bir ÅŸiirinde onun portresini ÅŸöyle çizmektedir:  “Gözlerinde Irak’ın yakıcı güneÅŸi parlıyor. Bakışlarında hüzünle kendinden geçiÅŸ, alnında dehânın ışığı... Solgun dudakları ayrılık ÅŸarkıları ile titremede. Onun ÅŸiirlerinde görünen, iÅŸte bu sevdalı yüzdür: Bu çehre, çehre-i gam, çehre-i muhabbettir.”

İlk edebiyat tarihçimiz Abdülhalîm Memduh, Tarih-i Edebiyat-ı Osmâniye’sinde (1887)  Fuzûlî’nin “Hadîkatü’s-süedâ”sının Türk edebiyatıyla münasebeti olmadığı yargılaması ile birlikte;  “Müessis-i edeb” (edebiyatımızın kurucusu) olma üstünlüÄŸü nesirde Sinan PaÅŸanın ise, Nazımda da Fuzûlî’nindir, ÅŸiir önce Sinan PaÅŸada sonra da Fuzûlî’de görülür,  diyordu.

Recaizade Mahmut Ekrem, Kudemadan Birkaç Åžair (1888) adlı eserinde Tanzîmât yıllarında Leylî vü Mecnun’un konusunun sahneye konduÄŸunu söylüyor. 1863 yılında GedikpaÅŸa Tiyatro-yi Osmânîde oynanan yedi perdelik oyunun 1865’te ikinci kez sahneye konduÄŸunu Abdülbaki Gölpınarlı’dan öÄŸreniyoruz.

Süleyman Nazif’in 1926’da yayımlanan monografisi yeni yönetimin de Fuzûlî’yi benimsediÄŸini göstermededir.

 En son,  günümüz yazarlarından OÄŸuz Atay (Ölm.1977),  Bir Bilim Adamının Portresi’nde hocası Profesör Mustafa İnan’ın portresini çizerken, Fuzûlî’nin çaÄŸdaÅŸ insan üzerindeki etkilerini de görmemize yardımcı oluyor.

Gerek Hadîkatü’s-süedâ’dan, gerek Farsça divânının önsözünden ana dilinin Türkçe olduÄŸunu öÄŸrendiÄŸimiz Fuzûlî, bugün, Türkiye dışında, Âzerbaycan’da, Irak’ta onu seven Türkmenlerin lehçeleriyle sevgi ve coÅŸku ile okuna gelmektedir. Ve bugün Türkiye, deÄŸil okumak, Fuzûlî’yi tanımayan bir çoÄŸunluk ülkesi durumuna gelmiÅŸ bulunuyor. Bu unutuÅŸ yalnızca, dil ve dünya görüÅŸü ile bu ÅŸiirin çağının geçmiÅŸ olması ile açıklanabilir mi?  


Fuzulinin doÄŸumunun 400 yılında 1959da Sovyetler BirliÄŸinde çıkarılan para

Fuzûlî’yi Yüzyıllardır Perdeleyen Dışlama

Åžiirine eÄŸildiÄŸimizde kendimizi, 

                             “Tâ nigâhım basa bâşım üzre gâhî bir kadem

                               Ey musavvir rehgüzârı üzre çek timsâlimi”

                             (Ey resmimi yapacak olan!, resmimi sevgilinin yolu üzerine yerleÅŸtir ki

                               sevgili bazan başım üstüne basarak geçsin ve resmim, öyle görünsün)

dizeleriyle, on beÅŸinci yüzyıl Asya nakkaÅŸlarından birinin bir eseri önünde buluyoruz. YaÅŸam bir nakkaşın eserine sığacak biçimde, küçülmüÅŸ ÅŸair ve sevgilisi, bir pencereden bakar gibi baktığımız bir dünyaya sığdırılmıştır. Bu soyutlama, bütün Divan ÅŸiirinin temel özelliÄŸi olarak ÅŸiire bir çeÅŸit “animasyon” görünümü kazandırmadadır. Fuzûlî, baÅŸka minyatürlerinde, serviler, güller, sümbüller, nerkisler arasına sevgilinin çevresinde dolaÅŸan “itler” olarak gördüÄŸü rakiplerini de katacaktır. Divan ÅŸiirinin “imgeler” dünyasına bir minyatür gibi bakmadıkça, onu hep yadırgayarak gelmiÅŸizdir. Minyatürün resme yükseliÅŸi Osmanlı saray ÅŸiirinin yükseliÅŸi ile olacaktır. Tanpınar, Bâkî’nin bir gazelini Yahya Kemal’in  “Sonbahar” kompozisyonuyla karşılaÅŸtırılmaya deÄŸer buluyordu.

 Bu zengin “imge”ler ÅŸairini öbür divan ÅŸairlerinden ayıran ve onu bizim de yakınlarımız olan Türkmenler arasında, büyük bir sevgiyle okunur kılan nedir?  

Fuzûlî’nin ÅŸîî inançlı olduÄŸunda, Köprülü’den Gölpınarlı’ya dek, ÅŸairin Matla’ü-l-i’tikad adlı arabca risalesi ile Kâtib Çelebi’nin  “Hukemâ ve İmâmiyye mesleÄŸine göre kelâm’a ait bir risâle” tanımına dayanıldığı anlaşılan tam bir görüÅŸ birliÄŸi olduÄŸunu görüyoruz. Bununla birlikte simgesel içeriÄŸi II. Bayezid ve Åžah İsmail olan Beng ü Bâde’nin Åžah İsmail’e sunu olması, Fuzûlî’nin ÅŸîî öÄŸretiden önce kızılbaÅŸ Türkmen toplulukların ÅŸairi olduÄŸunu düÅŸündürmektedir: Eserin yazılış tarihinde (1523)  Åžah İsmail’in saÄŸ ve Safevîlerin ÅŸâhı olduÄŸunu biliyoruz. Åžah İsmail’in ölümünden on yıl sonra Kanuni Sultan Süleyman BaÄŸdat’ı Safevîlerden alacak ve kentle birlikte ÅŸair de Osmanlı hükümdarına baÄŸlanacaktır. Fakat ancak Åžikâyet-nâme’sinde anlattığı düzeyde: “İlk edebiyat tarihçimiz Abdülhalîm Memduh’un Tarih-i Edebiyat-ı Osmânî’sinde (1887), Peygamberden evlâd-ı Resûl’e, nebîlerin ve velîlerin eziyet ve ÅŸehâdet söylenceleri, yaÅŸamları, Oniki İmam’ın, yaÅŸam öyküleri, yer yer manzum parçalarla birlikte Muharrem ayının on ve onbirinci gecelerinde (Åžâm-ı Garîban) okunmak için yazılmış risalesinin, Türk edebiyatı ile hiçbir ilgisi yoktur yargısı, açık bir dışlamanın yakın yüzyıla dek geldiÄŸini göstermededir.

“Melâmet”, Horgörü Çemberinde

Fuzûlî’nin ÅŸiirinde, “melâmet” sözcüÄŸünün aldığı yer ve sözcüÄŸün anlamı,  bunun için incelemeye deÄŸer olacaktır. İşte, onlardan birkaçı:

       Bî- sebeb sanman Fuzûlî’nin melâmet çektiÄŸin

       Bî-haberdir, meÅŸrebin ehl-i riyâdan saklamaz

       (Fuzûlî’nin melâmet çekiÅŸinin sebepsiz olduÄŸunu sanmayın;

        bilmez ve meÅŸrebini iki yüzlülerden saklamaz)

       Ucaldın kabrim ey bî-derdler seng-i melâmetden

       Ki ma’lûm ola derd ehline kabrim ol alâmetten

       (Ey derdsizler, kabrimi melâmet taşı ile yüceltin

         ki derd ehlince, o iÅŸaretle bilinsin)

       Sitem dâşı melâmet hançeri bî-dâd ÅŸemÅŸîri

       Fuzûlî her cefâ kim gelse hoÅŸdur câna cânandan

       (Zulüm taşı, kınama hançeri, haksızlığın kılıcı;

         Fuzûlî, câna canan sebebiyle gelen her eziyet güzeldir)

      Fuzûlî’den melâmet ihtirâzın isteyen gûyâ

      DeÄŸil vâkıf dil-i sûzân u çeÅŸm-i eÅŸk bârından

      (Fuzûlî’den melâmetten sakınmasını isteyen, sanki

       onun akan gözyaşını bilmiyor)

      Bana eÅŸk-i melâmet yeÄŸ gelir sabr u selâmetten

      Ä°lâc it düÅŸmedin sâkî mizâcım istikametten

     (Bana melâmet gözyaşı sabır ve selâmetten yeÄŸdir;

       sâkî, mizâcım doÄŸrudan ayrılmadan ilâcımı ver)

     Ey Fuzûlî ben melâmet gevherinin genciyem

     Ejderhâdır kim yatar çevremde zencîr-i cünun

     (Ey Fuzûlî ben melâmet cevherinin hazinesiyim;

      delilik zinciri çevremde yatan ejderhâdır.)

     Melâmet odına yandın Fuzûlî çık bu âlemden

     Terahhum kıl revâ görme ki âlem odlara yana

     (Melâmet ateÅŸiyle yandın Fuzûlî, çık bu âlemden;

     Acı, dünyayı ateÅŸte yanmaya revâ görme)

    

Bunlara,  doÄŸrudan  “melâmet” teması içerikli bir “murabbâ” (dörtlü) ile, bir gazeli de ekleyelim:

Hâsılım yok ser-i kûyunda belâdan gayrı

Garazım yok reh-i aÅŸkında fenâdan gayrı

dizeleriyle baÅŸlayan bir gazeliyle de örtüÅŸen söz konusu murabbâ, anlaşıldığına göre bir büyüÄŸe sunudur.

 Åžair,

Hâsılım berk-ı havâdisten melâmet dâğıdır

Mesnedim kûy-i melâmet’te fenâ toprağıdır

dizeleriyle; kendisini kınayan ve dışlayan bir yaÅŸam çevresinden yakınmadadır: 

             “Olayların ÅŸimÅŸeÄŸinden aldığım kınanma yarası ve bu kınanma beldesinde dayandığım, ölümlülük toprağıdır. İnleyen gönlüm bedenimde belâ tutsağıdır” yakınmasıyla birlikte, durumunu ÅŸöyle betimliyor:        

“Devrin cefası, bana çektirdikleri bedenimde, canımda rahat, katlanacak bir hal, üzüntü ve sıkıntı çekecek güç bırakmadı. Eziyet seli gönlümü yıktı. Üzüntü mutlu yaÅŸamımı, darmadağın etti. Talihimin tersine dönüÅŸünü düÅŸünmek baÄŸrımı yaraladı. Sonu gelmez eziyetler beni ateÅŸlere attı. Acı sözler tatlı canımdan usandırdı. BoÅŸuna haykırmanın utancı içindeyim. Bir çare arayıp her yana koÅŸtum, durdum. Kimse acıyıp bana yardımcı olmadı. Çaresiz kaldım, senden insanlık dilemeye, adalet divanına adalet istemeye geldim. İnlememi duy. Sen ki adaletlisin, kavra.

            “Fuzûlî’nin sararmış yüzündeki, kanlanmış gözlerinin yaşını; talihinin üstünü örten düÅŸkünlük örtüsünü gör. Senin derde düÅŸmüÅŸünün yardımcısı ol, derdini sor. Devletli sultânım, acı; insanlıkda bulunma, iyilik etme zamanıdır”

            İkincisi,

Nice yıllardır ser-i kûy-i melâmet bekleriz,

LeÅŸker-i sultân-i irfânız, velâyet bekleriz.

matla”ıyla (dizeleriyle) baÅŸlayan gazeldir.

Åžair kendisini eserinin kahramânı Mecnun’la birlikte; irfan sultânının makamı ve melâmet mekânının bekçilerinden biri olarak tanımlamaktadır: İsteÄŸi dünya olanlar “kerkes”ler (akbabalar) gibi leÅŸ beklerken, onlar, anka kuÅŸları gibi yetinme yüksekliklerini beklerler. Yalnızlık yolcularıdırlar ve her an tehlike korkusu içinde, gâh Mecnun, gâh o, zamân içinde nöbet beklemektedirler. Ve geceleri haykırışlarla, aÅŸk ülkesinde yol gösterici bir kale bulmayı beklemektedirler.

Cîfe-i dünya deÄŸil kerkes kimi matlûbumuz;

Bir bölük ankalarız, Kaf-i kanâat bekleriz.

Kârvân-i râh-i tecrîdiz; hatar havfın çekip

Gâh Mecnun, gâh ben devr ile nevbet bekleriz.

Sanmanız kim geceler bîhûdedir efganımız;

Mülk-i aÅŸk içre hisâr-i istikamet bekleriz.

Burada, “kerkes” ve “cîfe”  benzetmelerinin Yunus ÅŸiirlerinde karşımıza çıkışı gibi, (Kande ki bir gevde var / Kerkesler anda üÅŸer) Ahmet Yesevî’de sıkça geçen “aÅŸk” ve “melâmet” söylemlerinin de –“İmdi Yunus’a ne gam /Âşık, melamet, bednâm-, on üçüncü yüzyıldan baÅŸlayarak yine Yunus ÅŸiirlerinde görüldüÄŸünü söyleyelim. Fuzulî’nin, ve öncüsü Seyyid Nesîmî’nin ÅŸiirlerinin ayırıcı özellikleri lirizm’in bu ilk büyük ÅŸaire dayanıyor olabileceÄŸine, Yunus Emre icelememde deÄŸindim (Bir Enel-Hak Åžiiri: Yunus Emre, 2007).      

Fuzûlî’de “Kays”, bir “ideal” olarak belirmekle birlikte, kendini soyutlamanın, kendini “mecnun” gibi çöllere atmanın prototipi; Türk halk islâmlığında, “aÅŸkla ve coÅŸku ile baÄŸlanılan Tanrı”  inancının ilk örneÄŸi, Türk halk islâmlığının sözlü geleneklerinden birinde, babası Zekeriya’nın vaazından sonra nasıl kendinden geçtiÄŸi ve kendini nasıl topluluktan ayırdığını öÄŸrendiÄŸimiz Yahya Peygamberin yaÅŸamında karşımıza çıkıyor:

                  “Yahyâ feryâd eyledi ol kavmın ortasından çıktı bir palas geyer idi pâre pâre eyledi yazıya gitti, aÄŸlar idi” (“Türk halk islâmlığında mitoloji ve edebiyat”, Ahmet YaÅŸar Ocak’a ArmaÄŸan,  2015, s. 344).

Celâleddin Rûmî, bu “aÅŸk” haline “kalbin kavrayışı” diyor (Fihimâfih, Gölpınarlı, 1959, s. 41). Melâmet sözcüÄŸü baÅŸlangıçta, doÄŸrudan doÄŸruya ‘toplulukça kınanacak durumda olma’ anlamında kullanılmış olmalıdır. Ahmet Yesevî’nin toplantılarında, “Kırkların Cemi”nin yer yüzünde bir yansıması olan “cem”lerde, kadınların erkeklerle birlikte, ve kapanmadan “âyin”e katılmalarının medrese islâmlığınca kınanması bu anlamın baÅŸlangıcı olabilecektir. Hallâc Mansur’un, daha sonra Nesîmî’nin kınanarak ve ağır ÅŸekilde cezalandırılarak öldürülmeleri, KızılbaÅŸlığın ana temaları olacaktır. Buna, “melâmet”i yükselten Hüseyn’in ve onunla birlik olanların öldürülmesi ile, yıllarca camilerde, Peygamber’in “Ehl-i beyt”ine ve Ehl-i beyt evlâdı”na kara çalmaların acısı eklenince; “melâmet”, ‘kınananlardan olma’ anlamını da yüklenecektir.

Puta Secde Vacip OlmuÅŸ

Ve iÅŸte kınayanlara karşı, kendini kınananlardan kılmanın (ÅŸerhsiz, yorumsuz)  bir dile geliÅŸi:

Gönül tâ var elinde câm-i mey tesbîhe el urma

Namâz ehline uyma anlarınla durma oturma

EÄŸilip secdeye salma ferâgat tâcını baÅŸtan

Vuzûdan su sepip râhat yuhusun gözden uçurma

Sakın pâ-mâl olursun bûriyâ tek mescide girme

Ve ger nâ-çâr gire sen anda minber kimi çok durma

Müezzin nâlesin alma kulaÄŸa düÅŸme teÅŸvîÅŸe

Cehennem kapısın açtırma vâ’ızden haber sorma

Cemâat izdihâmı mescide salmış küdûretler

Küdûret üzre lûtf et bir küdûret sen hem artırma

Hatibin sanma sâdık vâızın kavliyle fi’l etme

İmâmın tutma âkıl, ihtiyârın âna tapşırma

Fuzûlî behre vermez tâat-i nâkıs nedir cehdin

Kerem kıl zerki tâat sûretinde hadden aşırma

            (Gönül! Elinde ÅŸarap kadehi varken, tesbîhe el sürme; namaz ehline uyma, onlarla kalkıp oturma. EÄŸilip secdeye, başından vaz geçiÅŸ tâcını düÅŸürme, abdest suyu ile gözünden rahat uykunu kaçırma. Seccâde gibi mescide yayılıp ayaklar altında kalma; çâresiz kalıp, girersen minber gibi oturup kalma. Müezzinin inleyiÅŸini duyup kaygıya düÅŸme; Vâıza soru sorup, cehennemin kapısını açtırma,  Cemâatin yığılışı mescidi sıkıntıya boÄŸmuÅŸ, bu kalabalığa bir de sen katılma. Hatîbin doÄŸru söylediÄŸini sanma, vâızın söylediklerini yapma, imâmını akıllı sayıp ona uyma. Fuzûlî eksik ibadetin yararı olmaz, çabalayıp durma; büyüklük göster ibâdet görünümünde yalanı fazla uzatma)

 

             “Melâmet”  tavrı, zamanla silsilelere de baÄŸlanarak “Melâmilik” adı verilen, bazan “meÅŸreb” olarak da benimsenen bir tarîkatin temeli olmuÅŸ görünüyor.          

            Fuzûlî’nin aÅŸağıdaki beyitleri, hurûfî baÄŸla bu bağı birlikte düÅŸünmemizi istiyor:

              Hûb suretlerden ey nâsıh meni men’ etme kim

              Pertev-i envâr-ı hurÅŸîd-i hakîkatdir mecâz

             (Ey öÄŸüt verici bana güzel yüzlere bakmayı yasaklama,

               mecaz, gerçek güneÅŸinin nûrunun ışığıdır)

              Hûblar mihrâb-ı ebrâsuna kılmazsın sücûd

              Dînini döndür gel ey zâhid yahşı din deÄŸil

             (Güzellerin kaÅŸlarının mihrâbına secdeler etmiyorsan

               Ey zahid, gel dinini döndür; iyi bir din deÄŸil)

              Hûblar mihrâb-ı ebrûsuna meyl etmez fakîh

             Ölse kâfirdir müselmanlar ona kılman namaz

              (Güzellerin kaÅŸlarının mihrâbına yönelmeyen fakîh

               ölse kâfirdir müslümanlar ona namaz kılmayın)

             Büt-i nev- resm namâza ÅŸeb ü rûz râgıb olmuÅŸ

             Bu ne sırdır Allah Allah büte secde vâcib olmuÅŸ

            (Yeni yetme güzel namaza yönelmiÅŸ;

              Allah Allah bu ne sırdır; puta secde vâcib olmuÅŸ)

 

            Secde-gâh etmiÅŸdi aÅŸk ehli kaşın mihrâbını

            Kılmadın hayl-i melâik secde-i Âdem henüz

            (AÅŸk ehli, melekler zümresi henüz Âdem’e secde etmeden,

              senin kaşını mihrâb etmiÅŸti)

             Secdedir her kande bir büt görsem âyînim benim

            Hâh kâfir, hâh mü’min dur budur dînim benim

            (Nerde bir güzel görsem secde etmek benim âyînimdir;

              Bazan kâfir, bazan mümin, tut ki benim dînim budur)*

             Bu beyitlerin, hepsinin anlamı, Profesör Irène Mélikoff’un dikkatiyle; “Tanrı, Âdem’in vechini, okumayı bilirsen, ‘Fazl-ı Yezdan’ adını göreceÄŸin sûrette yarattı.” demeye gelmededir.

***

             Onlarla karıştırılmaması gereken:

            “Olsa mahbûbların aÅŸkı cehennem sebebi

             Hûr u gılmânı kalır kendisine rıdvânın

             (Mahbûb sevme, cehenneme gitme sebebi olsaydı

              Cennetin hûr ve gılmânı tümüyle cennete kalırdı)

beytini ise ÅŸairin “melâmet” payesine yükseltmeden, bir insan gerçeÄŸini aktarışı olarak anlıyorum.

Fuzûlî bir saray ÅŸairi deÄŸildi. GörüÅŸüme göre bir Divan ÅŸairi de olmadı. Ancak onlar gibi, çağının biçimleri içine kapanmıştı. Bununla birlikte baÄŸlandığı deÄŸerlerle, özgür yaÅŸamaya çalışmış olmalıdır. Åžu açık: Peygambere ve Peygamber evlâdına aÅŸkla baÄŸlı yaÅŸadı ve güzellikleri sevdi.

                Kerbelâ olayı için yazdığı ağıtın ilk bendinin giriÅŸi ÅŸöyle diyor:

Tedbîr-i katl-i Âl-i Abâ kıldın ey felek

Fikr-i galat hayâl-i hatâ kıldın ey felek

Berk-ı sehâb-ı hâdiseden tîgler çekip

Bir bir havâle-i ÅŸühedâ kıldın ey felek

İsmet-i harem-serâsına hürmet revâ iken

Pâ-mâl-ı hasm-ı bî-ser ü pâ kıldın ey felek

Sahrâ-yı Kerbelâ’da olan teÅŸne leblere

Rîk-i revân ü seyl-i belâ kıldın ey felek

Tahfîf-i kadr-i ÅŸer’den endîÅŸe kılmayup

Evlâd-ı Mustafâ’ya cefâ kıldın ey felek

  Peygamber evlâdının öldürülüÅŸüne göz yumdun ey felek (Ey gök)

  Yanlış, düÅŸündün, yanlış tasarladın ey felek (Ey gök)

  Olaylar ÅŸimÅŸeÄŸinden kılıçlar çekip

  Bir bir, ÅŸehitlerin üzerine saldın ey felek (Ey gök)

  Masumluk dokunulmazlığına saygı gerekirken

  DüÅŸman ayağı altında baÅŸsız ayaksız kıldın ey felek (Ey gök)

  Kerbelâ çölünün susamışlarına

  Kum ve belâ seli yaÄŸdırdın ey felek (Ey gök)

  Åžeriatin düÅŸen deÄŸerini düÅŸünmeyip

  Mustafâ evlâdına cefâ kıldın ey felek (Ey Gök)

            Burada “felek” sözcüÄŸünü “gök” anlamıyla çeviriÅŸim, ÅŸairin divanında sözcüÄŸün daha çok bu anlamıyla kullanılmış olmasındandır. Åžimdi bu dizelerin,  bir Gök-Türk tarafından kendi türkçesine çevrildiÄŸini varsayalım**:  Fuzûlî’nin “ÅŸîî” inançta olduÄŸunu söylemenin daha çok bir ön yargı olduÄŸunu görmeden geçebilir miyiz? Matlaü’l-i’tikad,  bir inanış yakınlığını ve bir yeÄŸleyiÅŸi gösteriyor olsa da, “melâmet” zinciri Fuzûlî’yi Ahmed Yesevî ÅŸiirine baÄŸlıyor. Åžairin “naat” ve “tevhid”leri ise, önümüzde bir ufuk olarak duruyor.

 

* Seçkiler: Abdülbâkî Gölpınarlı, Fuzuli Divanı.

**Gök: ‘Tengri’

Turan Alptekin

21 Mayıs 2021 Cuma | 1336 Görüntülenme

İlgili Kategori: Köprü

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler

Bu İçerikler de İlginizi Çekebilir