Türkmenlerin Büyük Şairi Fuzuli
“İçmişti Fuzûlî bu alevden,
Düşmüştü bu iksîr ile Mecnun
Şiirin sana anlattığı hâle.”
(Ahmet Haşim)
Fuzûlî, edebiyatımızın da en büyük şairlerinden biridir: Anadolu Türk edebiyatında Taşlıcalı Yahya Bey, Hayâlî, Bâkî, Niyâzi-i Mısrî, Nâbî, Nedîm, Şeyh Galib, Gevherî, Âşık Ömer, Dertli, Yenişehirli Avni Bey, Osman Şems, Kâzım Paşa, ve Ziya Paşa, Muallim Nâcî, ve Süleyman Nazif üzerinde etkileri, bildiklerimizdir. Şinasi de aralarında olmak üzere Abdülhak Hâmid ve Tevfik Fikret’ten Ahmet Haşim’e dek Yeni Türk şiiri de ondan etkiler almıştır.
Tevfik Fikret, “Âveng-i Tesâvîr”de, bir şiirinde onun portresini şöyle çizmektedir: “Gözlerinde Irak’ın yakıcı güneşi parlıyor. Bakışlarında hüzünle kendinden geçiş, alnında dehânın ışığı... Solgun dudakları ayrılık şarkıları ile titremede. Onun şiirlerinde görünen, işte bu sevdalı yüzdür: Bu çehre, çehre-i gam, çehre-i muhabbettir.”
İlk edebiyat tarihçimiz Abdülhalîm Memduh, Tarih-i Edebiyat-ı Osmâniye’sinde (1887) Fuzûlî’nin “Hadîkatü’s-süedâ”sının Türk edebiyatıyla münasebeti olmadığı yargılaması ile birlikte; “Müessis-i edeb” (edebiyatımızın kurucusu) olma üstünlüğü nesirde Sinan Paşanın ise, Nazımda da Fuzûlî’nindir, şiir önce Sinan Paşada sonra da Fuzûlî’de görülür, diyordu.
Recaizade Mahmut Ekrem, Kudemadan Birkaç Şair (1888) adlı eserinde Tanzîmât yıllarında Leylî vü Mecnun’un konusunun sahneye konduğunu söylüyor. 1863 yılında Gedikpaşa Tiyatro-yi Osmânîde oynanan yedi perdelik oyunun 1865’te ikinci kez sahneye konduğunu Abdülbaki Gölpınarlı’dan öğreniyoruz.
Süleyman Nazif’in 1926’da yayımlanan monografisi yeni yönetimin de Fuzûlî’yi benimsediğini göstermededir.
En son, günümüz yazarlarından Oğuz Atay (Ölm.1977), Bir Bilim Adamının Portresi’nde hocası Profesör Mustafa İnan’ın portresini çizerken, Fuzûlî’nin çağdaş insan üzerindeki etkilerini de görmemize yardımcı oluyor.
Gerek Hadîkatü’s-süedâ’dan, gerek Farsça divânının önsözünden ana dilinin Türkçe olduğunu öğrendiğimiz Fuzûlî, bugün, Türkiye dışında, Âzerbaycan’da, Irak’ta onu seven Türkmenlerin lehçeleriyle sevgi ve coşku ile okuna gelmektedir. Ve bugün Türkiye, değil okumak, Fuzûlî’yi tanımayan bir çoğunluk ülkesi durumuna gelmiş bulunuyor. Bu unutuş yalnızca, dil ve dünya görüşü ile bu şiirin çağının geçmiş olması ile açıklanabilir mi?
Fuzulinin doğumunun 400 yılında 1959da Sovyetler Birliğinde çıkarılan para
Fuzûlî’yi Yüzyıllardır Perdeleyen Dışlama
Şiirine eğildiğimizde kendimizi,
“Tâ nigâhım basa bâşım üzre gâhî bir kadem
Ey musavvir rehgüzârı üzre çek timsâlimi”
(Ey resmimi yapacak olan!, resmimi sevgilinin yolu üzerine yerleştir ki
sevgili bazan başım üstüne basarak geçsin ve resmim, öyle görünsün)
dizeleriyle, on beşinci yüzyıl Asya nakkaşlarından birinin bir eseri önünde buluyoruz. Yaşam bir nakkaşın eserine sığacak biçimde, küçülmüş şair ve sevgilisi, bir pencereden bakar gibi baktığımız bir dünyaya sığdırılmıştır. Bu soyutlama, bütün Divan şiirinin temel özelliği olarak şiire bir çeşit “animasyon” görünümü kazandırmadadır. Fuzûlî, başka minyatürlerinde, serviler, güller, sümbüller, nerkisler arasına sevgilinin çevresinde dolaşan “itler” olarak gördüğü rakiplerini de katacaktır. Divan şiirinin “imgeler” dünyasına bir minyatür gibi bakmadıkça, onu hep yadırgayarak gelmişizdir. Minyatürün resme yükselişi Osmanlı saray şiirinin yükselişi ile olacaktır. Tanpınar, Bâkî’nin bir gazelini Yahya Kemal’in “Sonbahar” kompozisyonuyla karşılaştırılmaya değer buluyordu.
Bu zengin “imge”ler şairini öbür divan şairlerinden ayıran ve onu bizim de yakınlarımız olan Türkmenler arasında, büyük bir sevgiyle okunur kılan nedir?
Fuzûlî’nin şîî inançlı olduğunda, Köprülü’den Gölpınarlı’ya dek, şairin Matla’ü-l-i’tikad adlı arabca risalesi ile Kâtib Çelebi’nin “Hukemâ ve İmâmiyye mesleğine göre kelâm’a ait bir risâle” tanımına dayanıldığı anlaşılan tam bir görüş birliği olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte simgesel içeriği II. Bayezid ve Şah İsmail olan Beng ü Bâde’nin Şah İsmail’e sunu olması, Fuzûlî’nin şîî öğretiden önce kızılbaş Türkmen toplulukların şairi olduğunu düşündürmektedir: Eserin yazılış tarihinde (1523) Şah İsmail’in sağ ve Safevîlerin şâhı olduğunu biliyoruz. Şah İsmail’in ölümünden on yıl sonra Kanuni Sultan Süleyman Bağdat’ı Safevîlerden alacak ve kentle birlikte şair de Osmanlı hükümdarına bağlanacaktır. Fakat ancak Şikâyet-nâme’sinde anlattığı düzeyde: “İlk edebiyat tarihçimiz Abdülhalîm Memduh’un Tarih-i Edebiyat-ı Osmânî’sinde (1887), Peygamberden evlâd-ı Resûl’e, nebîlerin ve velîlerin eziyet ve şehâdet söylenceleri, yaşamları, Oniki İmam’ın, yaşam öyküleri, yer yer manzum parçalarla birlikte Muharrem ayının on ve onbirinci gecelerinde (Şâm-ı Garîban) okunmak için yazılmış risalesinin, Türk edebiyatı ile hiçbir ilgisi yoktur yargısı, açık bir dışlamanın yakın yüzyıla dek geldiğini göstermededir.
“Melâmet”, Horgörü Çemberinde
Fuzûlî’nin şiirinde, “melâmet” sözcüğünün aldığı yer ve sözcüğün anlamı, bunun için incelemeye değer olacaktır. İşte, onlardan birkaçı:
Bî- sebeb sanman Fuzûlî’nin melâmet çektiğin
Bî-haberdir, meşrebin ehl-i riyâdan saklamaz
(Fuzûlî’nin melâmet çekişinin sebepsiz olduğunu sanmayın;
bilmez ve meşrebini iki yüzlülerden saklamaz)
Ucaldın kabrim ey bî-derdler seng-i melâmetden
Ki ma’lûm ola derd ehline kabrim ol alâmetten
(Ey derdsizler, kabrimi melâmet taşı ile yüceltin
ki derd ehlince, o işaretle bilinsin)
Sitem dâşı melâmet hançeri bî-dâd şemşîri
Fuzûlî her cefâ kim gelse hoşdur câna cânandan
(Zulüm taşı, kınama hançeri, haksızlığın kılıcı;
Fuzûlî, câna canan sebebiyle gelen her eziyet güzeldir)
Fuzûlî’den melâmet ihtirâzın isteyen gûyâ
Değil vâkıf dil-i sûzân u çeşm-i eşk bârından
(Fuzûlî’den melâmetten sakınmasını isteyen, sanki
onun akan gözyaşını bilmiyor)
Bana eşk-i melâmet yeğ gelir sabr u selâmetten
İlâc it düşmedin sâkî mizâcım istikametten
(Bana melâmet gözyaşı sabır ve selâmetten yeğdir;
sâkî, mizâcım doğrudan ayrılmadan ilâcımı ver)
Ey Fuzûlî ben melâmet gevherinin genciyem
Ejderhâdır kim yatar çevremde zencîr-i cünun
(Ey Fuzûlî ben melâmet cevherinin hazinesiyim;
delilik zinciri çevremde yatan ejderhâdır.)
Melâmet odına yandın Fuzûlî çık bu âlemden
Terahhum kıl revâ görme ki âlem odlara yana
(Melâmet ateşiyle yandın Fuzûlî, çık bu âlemden;
Acı, dünyayı ateşte yanmaya revâ görme)
Bunlara, doğrudan “melâmet” teması içerikli bir “murabbâ” (dörtlü) ile, bir gazeli de ekleyelim:
Hâsılım yok ser-i kûyunda belâdan gayrı
Garazım yok reh-i aşkında fenâdan gayrı
dizeleriyle başlayan bir gazeliyle de örtüşen söz konusu murabbâ, anlaşıldığına göre bir büyüğe sunudur.
Şair,
Hâsılım berk-ı havâdisten melâmet dâğıdır
Mesnedim kûy-i melâmet’te fenâ toprağıdır
dizeleriyle; kendisini kınayan ve dışlayan bir yaşam çevresinden yakınmadadır:
“Olayların şimşeğinden aldığım kınanma yarası ve bu kınanma beldesinde dayandığım, ölümlülük toprağıdır. İnleyen gönlüm bedenimde belâ tutsağıdır” yakınmasıyla birlikte, durumunu şöyle betimliyor:
“Devrin cefası, bana çektirdikleri bedenimde, canımda rahat, katlanacak bir hal, üzüntü ve sıkıntı çekecek güç bırakmadı. Eziyet seli gönlümü yıktı. Üzüntü mutlu yaşamımı, darmadağın etti. Talihimin tersine dönüşünü düşünmek bağrımı yaraladı. Sonu gelmez eziyetler beni ateşlere attı. Acı sözler tatlı canımdan usandırdı. Boşuna haykırmanın utancı içindeyim. Bir çare arayıp her yana koştum, durdum. Kimse acıyıp bana yardımcı olmadı. Çaresiz kaldım, senden insanlık dilemeye, adalet divanına adalet istemeye geldim. İnlememi duy. Sen ki adaletlisin, kavra.
“Fuzûlî’nin sararmış yüzündeki, kanlanmış gözlerinin yaşını; talihinin üstünü örten düşkünlük örtüsünü gör. Senin derde düşmüşünün yardımcısı ol, derdini sor. Devletli sultânım, acı; insanlıkda bulunma, iyilik etme zamanıdır”
İkincisi,
Nice yıllardır ser-i kûy-i melâmet bekleriz,
Leşker-i sultân-i irfânız, velâyet bekleriz.
“matla”ıyla (dizeleriyle) başlayan gazeldir.
Şair kendisini eserinin kahramânı Mecnun’la birlikte; irfan sultânının makamı ve melâmet mekânının bekçilerinden biri olarak tanımlamaktadır: İsteği dünya olanlar “kerkes”ler (akbabalar) gibi leş beklerken, onlar, anka kuşları gibi yetinme yüksekliklerini beklerler. Yalnızlık yolcularıdırlar ve her an tehlike korkusu içinde, gâh Mecnun, gâh o, zamân içinde nöbet beklemektedirler. Ve geceleri haykırışlarla, aşk ülkesinde yol gösterici bir kale bulmayı beklemektedirler.
Cîfe-i dünya değil kerkes kimi matlûbumuz;
Bir bölük ankalarız, Kaf-i kanâat bekleriz.
Kârvân-i râh-i tecrîdiz; hatar havfın çekip
Gâh Mecnun, gâh ben devr ile nevbet bekleriz.
Sanmanız kim geceler bîhûdedir efganımız;
Mülk-i aşk içre hisâr-i istikamet bekleriz.
Burada, “kerkes” ve “cîfe” benzetmelerinin Yunus şiirlerinde karşımıza çıkışı gibi, (Kande ki bir gevde var / Kerkesler anda üşer) Ahmet Yesevî’de sıkça geçen “aşk” ve “melâmet” söylemlerinin de –“İmdi Yunus’a ne gam /Âşık, melamet, bednâm-, on üçüncü yüzyıldan başlayarak yine Yunus şiirlerinde görüldüğünü söyleyelim. Fuzulî’nin, ve öncüsü Seyyid Nesîmî’nin şiirlerinin ayırıcı özellikleri lirizm’in bu ilk büyük şaire dayanıyor olabileceğine, Yunus Emre icelememde değindim (Bir Enel-Hak Şiiri: Yunus Emre, 2007).
Fuzûlî’de “Kays”, bir “ideal” olarak belirmekle birlikte, kendini soyutlamanın, kendini “mecnun” gibi çöllere atmanın prototipi; Türk halk islâmlığında, “aşkla ve coşku ile bağlanılan Tanrı” inancının ilk örneği, Türk halk islâmlığının sözlü geleneklerinden birinde, babası Zekeriya’nın vaazından sonra nasıl kendinden geçtiği ve kendini nasıl topluluktan ayırdığını öğrendiğimiz Yahya Peygamberin yaşamında karşımıza çıkıyor:
“Yahyâ feryâd eyledi ol kavmın ortasından çıktı bir palas geyer idi pâre pâre eyledi yazıya gitti, ağlar idi” (“Türk halk islâmlığında mitoloji ve edebiyat”, Ahmet Yaşar Ocak’a Armağan, 2015, s. 344).
Celâleddin Rûmî, bu “aşk” haline “kalbin kavrayışı” diyor (Fihimâfih, Gölpınarlı, 1959, s. 41). Melâmet sözcüğü başlangıçta, doğrudan doğruya ‘toplulukça kınanacak durumda olma’ anlamında kullanılmış olmalıdır. Ahmet Yesevî’nin toplantılarında, “Kırkların Cemi”nin yer yüzünde bir yansıması olan “cem”lerde, kadınların erkeklerle birlikte, ve kapanmadan “âyin”e katılmalarının medrese islâmlığınca kınanması bu anlamın başlangıcı olabilecektir. Hallâc Mansur’un, daha sonra Nesîmî’nin kınanarak ve ağır şekilde cezalandırılarak öldürülmeleri, Kızılbaşlığın ana temaları olacaktır. Buna, “melâmet”i yükselten Hüseyn’in ve onunla birlik olanların öldürülmesi ile, yıllarca camilerde, Peygamber’in “Ehl-i beyt”ine ve Ehl-i beyt evlâdı”na kara çalmaların acısı eklenince; “melâmet”, ‘kınananlardan olma’ anlamını da yüklenecektir.
Puta Secde Vacip Olmuş
Ve işte kınayanlara karşı, kendini kınananlardan kılmanın (şerhsiz, yorumsuz) bir dile gelişi:
Gönül tâ var elinde câm-i mey tesbîhe el urma
Namâz ehline uyma anlarınla durma oturma
Eğilip secdeye salma ferâgat tâcını baştan
Vuzûdan su sepip râhat yuhusun gözden uçurma
Sakın pâ-mâl olursun bûriyâ tek mescide girme
Ve ger nâ-çâr gire sen anda minber kimi çok durma
Müezzin nâlesin alma kulağa düşme teşvîşe
Cehennem kapısın açtırma vâ’ızden haber sorma
Cemâat izdihâmı mescide salmış küdûretler
Küdûret üzre lûtf et bir küdûret sen hem artırma
Hatibin sanma sâdık vâızın kavliyle fi’l etme
İmâmın tutma âkıl, ihtiyârın âna tapşırma
Fuzûlî behre vermez tâat-i nâkıs nedir cehdin
Kerem kıl zerki tâat sûretinde hadden aşırma
(Gönül! Elinde şarap kadehi varken, tesbîhe el sürme; namaz ehline uyma, onlarla kalkıp oturma. Eğilip secdeye, başından vaz geçiş tâcını düşürme, abdest suyu ile gözünden rahat uykunu kaçırma. Seccâde gibi mescide yayılıp ayaklar altında kalma; çâresiz kalıp, girersen minber gibi oturup kalma. Müezzinin inleyişini duyup kaygıya düşme; Vâıza soru sorup, cehennemin kapısını açtırma, Cemâatin yığılışı mescidi sıkıntıya boğmuş, bu kalabalığa bir de sen katılma. Hatîbin doğru söylediğini sanma, vâızın söylediklerini yapma, imâmını akıllı sayıp ona uyma. Fuzûlî eksik ibadetin yararı olmaz, çabalayıp durma; büyüklük göster ibâdet görünümünde yalanı fazla uzatma)
“Melâmet” tavrı, zamanla silsilelere de bağlanarak “Melâmilik” adı verilen, bazan “meşreb” olarak da benimsenen bir tarîkatin temeli olmuş görünüyor.
Fuzûlî’nin aşağıdaki beyitleri, hurûfî bağla bu bağı birlikte düşünmemizi istiyor:
Hûb suretlerden ey nâsıh meni men’ etme kim
Pertev-i envâr-ı hurşîd-i hakîkatdir mecâz
(Ey öğüt verici bana güzel yüzlere bakmayı yasaklama,
mecaz, gerçek güneşinin nûrunun ışığıdır)
Hûblar mihrâb-ı ebrâsuna kılmazsın sücûd
Dînini döndür gel ey zâhid yahşı din değil
(Güzellerin kaşlarının mihrâbına secdeler etmiyorsan
Ey zahid, gel dinini döndür; iyi bir din değil)
Hûblar mihrâb-ı ebrûsuna meyl etmez fakîh
Ölse kâfirdir müselmanlar ona kılman namaz
(Güzellerin kaşlarının mihrâbına yönelmeyen fakîh
ölse kâfirdir müslümanlar ona namaz kılmayın)
Büt-i nev- resm namâza şeb ü rûz râgıb olmuş
Bu ne sırdır Allah Allah büte secde vâcib olmuş
(Yeni yetme güzel namaza yönelmiş;
Allah Allah bu ne sırdır; puta secde vâcib olmuş)
Secde-gâh etmişdi aşk ehli kaşın mihrâbını
Kılmadın hayl-i melâik secde-i Âdem henüz
(Aşk ehli, melekler zümresi henüz Âdem’e secde etmeden,
senin kaşını mihrâb etmişti)
Secdedir her kande bir büt görsem âyînim benim
Hâh kâfir, hâh mü’min dur budur dînim benim
(Nerde bir güzel görsem secde etmek benim âyînimdir;
Bazan kâfir, bazan mümin, tut ki benim dînim budur)*
Bu beyitlerin, hepsinin anlamı, Profesör Irène Mélikoff’un dikkatiyle; “Tanrı, Âdem’in vechini, okumayı bilirsen, ‘Fazl-ı Yezdan’ adını göreceğin sûrette yarattı.” demeye gelmededir.
***
Onlarla karıştırılmaması gereken:
“Olsa mahbûbların aşkı cehennem sebebi
Hûr u gılmânı kalır kendisine rıdvânın
(Mahbûb sevme, cehenneme gitme sebebi olsaydı
Cennetin hûr ve gılmânı tümüyle cennete kalırdı)
beytini ise şairin “melâmet” payesine yükseltmeden, bir insan gerçeğini aktarışı olarak anlıyorum.
Fuzûlî bir saray şairi değildi. Görüşüme göre bir Divan şairi de olmadı. Ancak onlar gibi, çağının biçimleri içine kapanmıştı. Bununla birlikte bağlandığı değerlerle, özgür yaşamaya çalışmış olmalıdır. Şu açık: Peygambere ve Peygamber evlâdına aşkla bağlı yaşadı ve güzellikleri sevdi.
Kerbelâ olayı için yazdığı ağıtın ilk bendinin girişi şöyle diyor:
Tedbîr-i katl-i Âl-i Abâ kıldın ey felek
Fikr-i galat hayâl-i hatâ kıldın ey felek
Berk-ı sehâb-ı hâdiseden tîgler çekip
Bir bir havâle-i şühedâ kıldın ey felek
İsmet-i harem-serâsına hürmet revâ iken
Pâ-mâl-ı hasm-ı bî-ser ü pâ kıldın ey felek
Sahrâ-yı Kerbelâ’da olan teşne leblere
Rîk-i revân ü seyl-i belâ kıldın ey felek
Tahfîf-i kadr-i şer’den endîşe kılmayup
Evlâd-ı Mustafâ’ya cefâ kıldın ey felek
Peygamber evlâdının öldürülüşüne göz yumdun ey felek (Ey gök)
Yanlış, düşündün, yanlış tasarladın ey felek (Ey gök)
Olaylar şimşeğinden kılıçlar çekip
Bir bir, şehitlerin üzerine saldın ey felek (Ey gök)
Masumluk dokunulmazlığına saygı gerekirken
Düşman ayağı altında başsız ayaksız kıldın ey felek (Ey gök)
Kerbelâ çölünün susamışlarına
Kum ve belâ seli yağdırdın ey felek (Ey gök)
Şeriatin düşen değerini düşünmeyip
Mustafâ evlâdına cefâ kıldın ey felek (Ey Gök)
Burada “felek” sözcüğünü “gök” anlamıyla çevirişim, şairin divanında sözcüğün daha çok bu anlamıyla kullanılmış olmasındandır. Şimdi bu dizelerin, bir Gök-Türk tarafından kendi türkçesine çevrildiğini varsayalım**: Fuzûlî’nin “şîî” inançta olduğunu söylemenin daha çok bir ön yargı olduğunu görmeden geçebilir miyiz? Matlaü’l-i’tikad, bir inanış yakınlığını ve bir yeğleyişi gösteriyor olsa da, “melâmet” zinciri Fuzûlî’yi Ahmed Yesevî şiirine bağlıyor. Şairin “naat” ve “tevhid”leri ise, önümüzde bir ufuk olarak duruyor.
Turan Alptekin
21 Mayıs 2021 Cuma | 1028 Görüntülenme
İlgili Kategori: Köprü