Osmanlıca Hâlâ Neden Tartışılır?

 Osmanlıca Hâlâ Neden Tartışılır? - Kemal Ateş

Bir devlet adamının, bir siyasetçinin ağzından çıkan her söz tartışılmalı mı? Cumhurbaşkanı, “Ah Osmanlıca vah Osmanlıca!” dedi. Dil devrimini kötüledi, hoop bütün televizyon kanalları atladı üstüne.  Osmanlıcaya ya da dil devrimine değgin yeni bir belge mi bulduk, yeni bir sorunla mı karşılaştık? Hayır… Bunlar yapay gündem yaratan münazara konuları.

Gene de birkaç söz söyleyelim biz de.

Mezar taşları, ecdat yadigârları, geçmişle atılan köprüler, bir gecede tuğlaya dönen kitaplar vs. vs...  Hep aynı hamaset, aynı terane… Bıkmadılar… CNN Türk’te bir hanım var, hani 15 Temmuz darbesinde ünlenivermişti.  Sofiya Loren’e benzetirim biraz. İri gözleriyle karşısındakilere göz açtırmıyor. İyi çekip çeviriyor Allah için! Konuşmacılar (Hacır, Selvi, Sapmaz…) hemen her konuda, ama her konuda hem bilgi sahibi, hem de fikir sahibi. Hanımefendi konuyu Osmanlıcaya, dil devrimine getiriyor, karşısındakiler hemen dil uzmanı, Osmanlıca uzmanı kesiliveriyorlar. Bu konu bize uzak diyen yok. Eskiyazı biliyorlar mı? Sanmıyorum. Ama saatlerce konuşmaya hazırlar. Zaten konuşma da denemez böylesine, laf avurtlamak denir, avurtlaşmak denir...   Bir şeyler beklediğim Gürkan Hacır, kötü bir yerden başlıyor söze. Osmanlıcanın büyük dil olduğunu F. Develioğlu’nun Osmanlıca sözlüğüyle A. Püsküllüoğlu sözlüğünü karşılaştırarak anlatmaya çalışıyor. Püsküllüoğlu’nun hangi sözlüğünden söz ediyor bilemem ama, onun Türkçe Sözlük’ü Osmanlıca sözlüklerden kalındır, büyüktür. Kaldı ki Püsküllüoğlu sözlüğü çok eskilerde kaldı, ben Yaşar Çağbayır’ın Ötüken Türkçe Sözlük’ünü önereceğim Sayın G. Hacır’a. Bir de Osmanlıca yüzünden yer altına gömdüğümüz bir Türkçe vardır ki, bunları Saklı Sözlük’te (Destek Y. 2015) derlemeye çalıştım. Ben dil dışı bırakılmış dil, diyorum buna. Osmanlıca yüzünden geçmişte yaratılan dil mezarlığı belki de Sayın Hacır’ın da ilgisini çekebilir.

Konuşmacılardan şunu beklerdim: “Yahu, AKP iktidarı 15 yıl önce ortaöğretime Osmanlıca, Arapça dersleri koydu. Okullarda yıllardan beri dil devriminin lafı bile edilmez. Biz neyi tartışıyoruz? Sahi ne oldu, on beş yılda bu dersler gençlerimize ne verdi ya da gençlik ne hale geldi?  Beyni on beş yıldan beri Osmanlıcayla, eskiyazıyla, Arapçayla doldurulmuş bir gençlik var ortada. Biz önce bu kuşağı tartışsak ya… Önce bu gençliğin durumuna baksak ya, on beş yıldan beri Osmanlıca okuyan çocuklarımızın ulusal ya da uluslararası başarıları nedir? Milli Eğitimi ne duruma getirdi bu gereksiz dersler?  Mezar taşları okunamıyormuş, bundan yakınıyorduk…  On beş yılda mezar taşlarını okuyabildi mi bu gençler? Hangi gizler saklıymış mezar taşlarında? Neler yazılıymış acaba, bu çocuklar bize bir anlatıverseler.

Dilden, dil devriminden, Osmanlıcadan söz ediyorlar da, ne bileyim bir Ziya Gökalp’ten söz eden yok. Bozkurt işareti yapmaya yönükenler,  örneğin biraz Ziya Gökalp okumaya yönelmediler nedense! Vaktiyle Osmanlıca, Arap yazısı yaşıyorken, yürürlükteyken çok tartışıldı bu konular. Bu tartışmaları başlatanlardan biri Ziya Gökalp’tir, bu önemli düşünür Osmanlıca için Türkçülüğün Esasları’nda şunları yazıyor:

“Başka lisanlar milletlerinin payitahtlarına ait lisanlardır. Fakat başka payitahtların hepsinde konuşulan dil ile yazılan dil aynı şeydir. Demek ki konuşma diliyle yazı dilinin farklı olması yalnız İstanbul’a mahsus bir haldir. Umum milletlerde bulunmayıp da yalnız bir millette tesadüf edilen bir hal normal olabilir mi? O halde İstanbul’da gördüğümüz bu ikilik, lisanî bir hastalıktır. Her hastalık tedavi edilir. O halde bu hastalığın da tedavisi lazımdır. Fakat bu tedaviyi yapabilmek, yani lisandaki ikiliği ortadan kaldırmak için, şu iki şeyden birini yapmak lazım: Ya yazı dilini aynı zamanda konuşma dili haline getirmek yahut konuşma dilini aynı zamanda yazı dili haline koymak… Bu iki şıktan birincisi mümkün değildir; çünkü İstanbul’da yazılan lisan, tabii bir dil değil, Esparanto gibi suni bir dildir. Arapça, Acemce ve Türkçenin kamuslarını (sözlüklerini) sarflarını, nahivlerini (dil kurallarını) birleştirmekle husule gelen bu Osmanlı Esperantosu nasıl konuşma dili olabilsin? (…) Bunun mümkün olmadığı asırlarca uğraşıldığı halde, muvaffakiyet hasıl olmamasıyla sabittir. “ (Varlık Y. 1969)

Ziya Gökalp, üç dilin karması olan Osmanlıcanın altı yüzyıldan beri konuşma dili yapılamadığını, dolayısıyla bu dilin ölmeye yazgılı olduğunu söylüyor. Şöyle sürdürüyor sözlerini:  “O halde yalnız bir şık kalıyor: Konuşma dilini yazarak yazı dili haline getirmek! Zaten halk muharrirleri bu işi eskiden beri yapıyorlardı.”

İşin özü bu: Osmanlıca altı yüzyıl boyunca konuşma dili olamadı ve genelleşemedi, ancak yüzde birlerin, ikilerin dili olabildi, bu nedenle de öldü.  Örneğin Şeyh Galip’ten aldığımız şu örnek yazıldığı yıllarda ancak yüzde birin anlayacağı ölü bir dildir: “Ey gülistan-ı letafette hezâr işve vü naz ile yetişmiş gül-i rana sana güya ki edip müşg-i sehap u mey-i  gülgûn u gül - abı dahi baran edip enfas-ı  Mesiha’yı nesim eyleyip…” (Bu sözcüklerin bir de Arap harfleriyle yazıldığını düşünün!)

Bu dille boğuşan bir gençlik uzay yarışında hiçbir yere varamaz. Bilimde bir adım yol alamaz. Böyle bir dil gençliği yorar, beynini bitirir.

Bu dil ulusun dili olamadı, ancak yüzde birin anlayabildiği bir dil olabildi, bu nedenle de öldü. Ölen öldü, biz kalan sağlarla, yani konuşma diliyle, halk diliyle okuyup yazmaya devam edeceğiz.

Mezar taşları diyenlere şunu söylemek isterim: Mezar taşlarını anlayıp okumak bu gün ayrı bir uzmanlık işidir. Üç beş yıl Osmanlıca okumakla olmaz. Ayrıca bu ülkede yıllardan beri üniversitelerimizde her yıl en az 50.000 kişi Osmanlıca okuyarak mezun olur, ancak bu alanda kendilerine bir iş verilmediği için de öğrendiklerini unutup giderler. Geçmiş hamaseti yapanlara, ecdat yadigârı diyenlere şunu da söylemek isterim: Geçmişin bütün yapıtları yeni yazıya çevrildi, ancak alıp okuyan yok. Bu işin hamasetini yapanlar da okumuyorlar.

Osmanlı yazısının (Arap abecesinin) zorluğu ise ayrı bir yazı konusudur. Altı yüz yıllık uygulama, Arap harflerinin,  ünlüleri bol bir dil olan Türkçeye uymadığını gösterdi.

Bir Galatlar Dilidir Osmanlıca

“Galat” Arapçada “yanılmak” anlamına gelir. Sözcük Arapça olmasına karşın, bir dilbilgisi kavramı ya da olgusu olarak Arapçada yaygın yanlış anlamında“galat” ya da “galat-ı meşhur” yoktur. Sözcüğün aslı Arapça olmasına karşın sorun Osmanlıcanın ya da giderek Türkçenin sorunu olmuştur. Neden acaba?

Galatlar, halk ile aydınlar arasında dil açısından büyük bir ayrılık varsa, uçurum varsa ortaya çıkar. Bir nedeni kanımca budur. Bir başka nedeni de, yabancı sözcüklerin bir dili istila etmesi galatları da birlikte getirir, çoğaltır. Çünkü yabancı sözcükler halk arasında yaygınlaştıkça biçim ve anlamca değişikliğe uğrar. Yani halk o sözcükleri getiren aydınlardan farklı olarak anlar ve kullanır. Osmanlıca kendi halkına değil, iki ayrı dilden, Arapça ve Farsçadan sürekli sözcük alımına dayandığı için zaman geçtikçe “galatlar” dili olmuştur.  Zühal Kültüral’ın Galatât Sözlükleri (Simurg 2008) kitabından da anlıyoruz ki, galatlar üzerine bizde epey risale ve sözlük yazılmıştır.

Yalnız sözcüklerle değil, eklerle ilgili galatlar da epeycedir dilimizde. Bu konuda çok yapılan yanlış, zaten çoğul olan sözcüklere fazladan bir çoğul eki de bizim eklememizdir. Örneğin  “erat”, “gidişat” sözcüklerindeki “-at” Arapça çoğul ekidir. Bunların Türkçe sözcüklere eklenmesi bile galat sayılır. Aynı ekle türetilmiş olan “harekat”, “hareket” sözcüğünün çoğuludur. Buna bir çoğul eki daha ekleyerek “harekatlar” demeyi “galat-ı meşhur” olarak kabul etmek de zor bizce. Aydınlık’ta şöyle bir tümce:

“…terör örgütü mensuplarına yönelik hava harekâtları düzenlendi… harekâtlar sonucunda 17 terörist etkisiz hale getirildi.” ( 15.11.2017)

Yukarıda “harekâtlar” denilerek çoğul ekine bir çoğul eki daha eklenmiş. Sanırım ikinci çoğul ekine, harekâtın farklı günlerde birkaç kez yapıldığını, yani bir harekât dizisi olduğunu anlatmak için gerek duyulmuş. “Harekât” askeri terim olarak “askeri eylemce” olarak Türkçeleştirildiyse de, yaygınlaşmadı. Batı dillerinden alınan “operasyon” da bu anlamda kullanılıyor.

Gene galatlara neden olan bir ek de Farsça “-dan” ekidir. Bu ek Türkçedeki ad durum eki “-dan/-den” ile karıştırılır. Örneğin, tütsü yapılan kap anlamındaki “buhur-dan” sözcüğündeki  “dan” ekiyle bizim “ev-den”, “köy-den”  sözcüklerindeki -dan/-den eki ayrı eklerdir. Zaten -lık/-lik anlamı veren Farsça “-dan” ekine ayrıca -lık/-lik eklemek galattır. Bu nedenle “çaydanlık”, “iğnedenlik” gibi sözcükler “galat-ı meşhur” sayılır. Bir eleştirmen arkadaşımız, yazılarındaki küçük köşesine “öyküdenlik” adını verirken, dilimize bir galat daha eklediğini biliyor muydu acaba?

Ziya Gökalp ve Galatlar

Bazı okurlar “galat” sözcüğünü bildiğimiz dil yanlışı gibi anlıyorlar. “Galat”ı tam söylemek gerekirse, “galat-ı meşhur” demeliyiz, yani yaygın yanlış. Bir dil yanlışı çok yaygınlaşmışsa, doğru kabul edilir ya da doğru kabul etmek zorunda kalırsınız.

1910’lu yıllarda bu “galatlar” konusu, sonu gelmez, içinden çıkılmaz tartışmalara yol açmıştır. Dilimizi kendi kaynağına çevirip yabancı etkilerden uzaklaştıkça bu tartışmalar da azaldı. Yabancı dillerden alınan sözcükler önce aydın kesimin dilinde yer bulur, aydınlar yabancı sözcükleri aslına uygun olarak kullanırlar. Ancak bu sözcükler aydınlardan halka geçip yaygınlaştıkça hem anlamca hem söyleyiş bakımından değiştirilir. Nerdeyse aydınların dilimize taşıdıkları yabancı sözcüklerin yarısı böyle bir değişime uğradı, yani “tahrif” sonucu yüzlerce “galat-ı meşhur” sayılması gereken sözcük ortaya çıktı. Yabancı bir sözcük aydınlardan halka geçmeye başladığında bir “tahrif” süreci de başlıyor. Yukarıda sözünü ettiğim yıllarda aydınların önemli bir kısmı bu “galatları” doğru kabul etmiyor, direniyordu, bu nedenle dille ilgili kurullarda içinden çıkılmaz tartışmalar yaşanmıştır. Örneğin, asıl anlamı “incelik” demek olan “dikkat”, gene Arapçada  asıl anlamı “göz ucuyla bakmak” demek olan “iltifat” sözcükleri gibi pek çok sözcük tartışılır olmuştur. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda Osmanlıcanın bir galatlar dili olduğuna dikkatimizi çeker:

“Manen tahrife misal: ‘haste’ kelimesi Fariside birisi tarafından yaralanmış manasına iken, Türkçede ‘mâriz’ mukabili olmuştur. ‘Şafak’ kelimesi Arapçada ‘garp ufkunun akşam kızıllığı manasına iken Türkçede şark ufkunun sabah kızıllığı manasını almıştır… Fariside ‘hace’ kelimesi ‘efendi’ manasınadır. Bu kelime Türkçede hem lafzını değiştirerek ‘hoca’ manasını almış, hem de manasını değiştirerek halk fakihi, mektep muallimi manasını almıştır...”

Ziya Gökalp’in verdiği örnekler epeycedir.

İyi bir araştırma yapıldığında Osmanlıca sözcüklerin nerdeyse yarısı galattır. Burada şöyle düşünenler olacaktır: Canım halkın değiştirdiği biçimi doğru kabul eder, tartışmayı bitiririz. İyi de halk bu sözcükleri üç beş gün içinde değiştirmez, bu uzun bir süreçtir.  Yani ister istemez bir karışıklık süreci yaşanır. Ayrıca halk kimdir? Halk ile aydınlar arasındaki sınırı belirlemek öyle kolay olmasa gerek. Tabii bir şey daha… Galatların ölçüsü kaçınca, bir dil dil olmaktan da çıkar.

1910’larda içinden çıkılmaz bir sorun olan “galatlar” konusu da Osmanlıca ile birlikte bitti, dil devrimiyle bu konular kapandı.

Osmanlıca tartışılmalı, evet… Günümüzde üniversitelerde nerdeyse her yıl altmış bin kişi Osmanlıca öğrenip mezun olurken (Osmanlı bu sayıya ulaşamadı), bununla yetinmeyip 15 yıldan beri önce Sosyal Bilimler Liselerinden başlayarak, bu dersleri ortaöğretime koymakla gençlerimize ne kazandırdık?

Bu gençlik hâlâ mezar taşlarını okuyamıyor mu? 

Kemal Ateş

7 Ekim 2021 Perşembe | 718 Görüntülenme

İlgili Kategori: Eleştiri

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın

Etiketler